Okuyucu
|
Bugünlerde çokça dile getirilen “İslamcılık” fikrinin temellerine inerek bir inceleme yapmanın yararına inanmaktayım. Buradan hareketle “münafıklık” kavramına daha yakından bakma imkanı bulacağım.
Malumunuz, “din” çok hassas bir konudur. İnsanlık var olduğundan bu yana tartışılan bu bütüncül konuyu bugün karşımıza yanlışlıklarıyla beraber değişik şekillerde koyan çok başka unsurlar ve örnekler var. Bu yanlışlara sebep olanlar ortada duruyorken ve yapılanlar daha baskınken neden münafıklığı ele alıyorum? Çünkü içimizdeki insanlar, “kardeş” dediklerimiz, yanlışlıklarına inanıp kendilerince inşa ettikleri garabetin öyle taraftarlığını yapıyorlar ki, (esası tamamen farklı algıladıkları halde,) “Sen bu işi ancak benden öğrenebilirsin,” türünden kibirli bir yaklaşım içine giriyorlar. Hatta bunlar toplum içinde, aforoz makamı gibi, ruhbanlık sınıfını temsil eden kişiler olabiliyorlar. Her ne kadar inkar etseler de tıpkı Orta Çağ’ın Vatikan üslubuyla konuşuyorlar ve yine bunun farkında değil gibiler.
Bu hassas konuyu, “din” olgusunun bilinen “saf” halini açıklamak suretiyle, kendi kararlarımızı verebilecek bir anlatımla ele almak istiyorum. Amacım normalleşmeye katkıda bulunmaktır. Bir başka ifadeyle amacım; “Siz onların söylediklerine bakmayın, yaptıklarına aldanmayın, saf olanı dikkate alın, gelişmelere böyle bakın…” şeklinde özetlenebilir.
Tarihsel okumalarla da göreceğiz ki, “dinamik Orta Doğu” hem bilinç hem de sorun yaratan bir coğrafyadır. Bilinci doğru kullananlar ilerlerken, sorunların altında ezilenler aslında ufalanıp kaybolmuyorlar, bir diğer kutbun kullanımına hizmet ediyorlar. Örneğin bugün “küresel terörün” köküne ekilmiş yanlış din bilgisi ve çarpık inanç bir kültür oluşturdu. Bunu mevcut bilinci kendine göre kullananlar ve ilerlemenin formüllerini uygulayanlar böyle tanımlıyorlar. Peki, etkisi kime? Etki küresel politikalara olduğu gibi sorun gelip çattı, Türkiye sınırında ve hatta içinde bir yerde.
Diğer yandan kendi içimizde de çelişkiler yaşıyoruz. Türkiye, kökü kimine göre binlerce yıldan gelen, kimine göre Emeviler’den bu yana, kimine göre ise Osmanlı’nın son dönemlerinden beri yanlış bir inanç kültürü oluşturanların mirasını üstüne devralmakla-devralmamakla çelişki yaşıyor. Derken, baskın küresel cazibeye kapılanların etkisi ile aslı kaçıranlar da bu sürece dahil oluyorlar. Neticede ülkede somut ve sıcak halde kırk yıldır, sosyal düzeneklere, kamuya, bir ölçüde ekonomiye, önemli ölçüde politikaya ve elbette eğitim sistemlerine de sirayet ettiği şekilde, bir tartışma yaşanıyor. Bu kimine göre “suni” kimine göre “dava”. Ama ortada “Türkiyeleşmiş bir irtica” konusu var.
Bugün Türkiye gerek stratejik, gerekse taktik mecrada istismara, manipülasyona açık ve istendiğinde olay yaratılabilir bir ülke halindedir. Bütün bu cepheleri ile bakarsak, o zaman konunun özü gelip “din istismarı” gerçeğine dayandırılmış haldedir. En azından konu Türkiye için böyle bir hal almıştır. Bundan dolayı konuyu bir Kur’an’i tabirle açıklamanın doğru olacağına inanmış bulunmaktayım: Münafıklık.
Uzun bir yazı olacak, ama buna değer! Çünkü çatıyı ve gerekçeleri yerli yerine koymam gerekiyor. Konunun hassasiyetinden, bazı yerlerde ders verir gibi, diğer yerlerde ise ikaz edici olmak zorunda kalan bir üslupla yazdığım için en başta özür dilemek isterim, anlayışınıza sığınıyorum.
Tehdit İfadeleri
Güncel konular çok ilgi çekici! İşte siyaset kurumları, terör odakları, stratejinin dini teorileri… Bütün bular karşısında insanımızın kafası haliyle karışıyor, belki de amaç budur, kafalar daha da karışsın isteniyordur. Eğer bunları ayıklayamıyorsak bizim de kafamız karışacak demektir.
Konuyu bu hale getirenler utansınlar. Maalesef dünya “İslam terörü” veya İslam tehdidi” der oldu. Sebep şu veya bu, buna imkan tanıyanlar ortada!
Ciddiye almak gerekir mi, bilmiyorum, ama konunun bir “tehdit” unsuru olması nedeniyle hiç olmazsa görmezden gelemeyeceğimiz değerde olması nedeniyle işaret edilmeli; bazı yazarlar, “Bir iç savaş endişem var,” diyecek kadar karamsarlar.
Milletçe “terör” ve “irtica” denen tehdit algısını çok eskilerden beri ele alıyoruz, basında sürekli gündemde, “Kırmızı Kitap” gibi referanslar üzerinden tartışma programları yapıldı, liderler bunlardan söz ediyorlar; o halde boş görülecek bir konudan bahsetmiyoruz. Hele tarafsız bir noktadaysak elbette daha rahat şekilde bu konuyu ele almamız mümkün olacaktır.
Durum bu: Her nedense (!) bugün “tehdit” ve daha yumuşak bir ifade ile “iç çatışma” kelimesi karşımızda duruyor. Kinayeli söyledim, çünkü siyasi maksatlı müdahaleler, ihtilaller, parti kapatmalar yaşadık, okullar, kurumlar vs üzerinde çok oynandı, hem de “iyi niyetli” politikalar olarak gösterilerek!.. Ve bunların ısmarlama işler mi olduğu hala tartışılan konular olarak görülmektedir.
Orta Doğu’da devam eden savaşlar sınırımıza dayandıysa ve iç çatışma potansiyelini dile getiren yazarlar varsa konu hassastır. Bu durum dikkate değer fiili işaret eder ve her iki tehdidi de (terör ve irtica) birbiri üstüne çakıştırarak hortlarsa, ülkemizi ve insanımızı ciddi şekilde yaralayacak boyuta ulaşır. Bir kısmıyla bu yaralanmadan etkilenmekteyiz de…
Eğer içimizdeki kafası karışıkları doğru rotaya koyamaz isek zaman içinde sıçrayacak şarapnellerden dolayı bu durumdan aklı başında olanları da koruyamamış oluruz! Meselenin önemi de işte burada ortaya çıkmaktadır.
Nispeten yakın zamanlarda İngilizlerin Arap Yarımadasına el atmasından bu güne işler bir hayli siyasi oldu. Bölgede siyasi haritalar böylelikle çizildi, yeni devletler kuruldu. Hem bu işler yapılırken hem de sonrasında sağlanan düzenin devamı için bölgede çalışan güçler, bugün bunlar “küresel güç” olarak da anılıyor, elbette belli sosyal ve diplomatik çalışmaları yaparak kendi çıkarlarına göre politika üretiyorlar. İnsanın olduğu yerde bu gerçek yadsınamaz.
Bölgede gelişmeler bize tekrar bir düzenleme süreci içinde olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla Orta Doğu’daki politikalar ve gelişmeler yeni bir siyasi çabaya hizmet etmektedir. Süreç içinde Kuzey Afrika’dan Karadeniz Kuzeyine kadar bazı devletler içinde “devrimler” veya “ayaklanmalar” yaşandı, belli yerlerde “savaşlar” ve “çatışmalar” devam etmektedir. Diğer yandan Akdeniz’den Çin sınırına, Tiyanşan ve Himalaya Dağları’ndan Hint Okyanusu’na kadar, Asya güneyini içine alan bir savaş ortamından söz edilmektedir ve buradan beslenenlerin ileri uçları Suriye sınırında sözümona “cihat” peşindedirler. Yaklaşıp gelenler “bizi teğet geçer,” mi diyeceğiz?
Bölgedeki bu “siyasal-düzensiz yapı” tarif edilecek türden belli bir düzene kavuşuncaya kadar gündemimizi meşgul edecektir. Bugün Türkiye’de seçim atmosferinde en belirgin temalar dahi bu fiili-gerçek üzerine işlenmektedir. Hatta son kırk yıldır en önemli gelişmeler bu sebeple gündemde tutulmaktadır.
Küresel politikada bugün Türkiye’nin adı “terörle” ve “İslamcılık” konusuyla anılıyor. Yabancı devler başkanları gelip bizleri bu konuda alenen uyarıyor. Bu yetmiyormuş gibi, bu konularda tehdit gösterilebilecek türden “insan kaynağı” oluşturan bir coğrafya (bataklık) olarak gösteriliyor.
Peki, bu bataklık tamamen yanlış olan bir anlayıştan mı, yoksa “içimizdeki münafıkların” gayretiyle mi bu güne kadar geliştirildi?
İslamcılık Davası
Bir kesim her ikisi aynı anda; bu tehdidi yaratan olma ve tehditle mücadele ettiğinin iddiasıyla ortaya çıktığını bir “dava” meselesi olarak görmektedir. Diğer sosyal sorunların etkisiyle olsa gerek, bunlar daha da militanlaşıyorlar, memlekete ve hatta insanlığa zarar verme noktasındalar. Bu durum işi çıkmaza sokan en önemli husustur. Diğer bir kesim ise, ki azınlıkta kalırlar, bu işin siyasal kısmını görerek geri adım atmaktadır.
Müslümanların kendi dünyalarında “İslamcı” olmaları kainatın çok boyutluluğunda yaşamsal bir anlam ifade etmez. Müslüman önce bunu anlamış olmalıdır. Bir Müslüman, eğer Müslümanlığa vakıfsa, Hz. Muhammed’i bir yana bırakırcasına ve gizli bir ima ile perde arkasına gizlercesine kendini tanıtamaz. Evvela bu, kelime-i şehadete uymaz!
Müslümanlar kendi dünyalarında ancak İslam’a hizmet eden biri olabilirler. Bu konu; bireyseldir, ruhanidir ve manevidir. Çünkü bireylerin ürettikleri fiillerin tümüyle bir manaya ait olması hali akıllardan çıkarılmamalıdır ki, bu dünyalıktır, eksiktir, hatalıdır ve bekli de kişiseldir. Bu nedenle bireyde manevi gücün ön plana aksetmesi bir başkası tarafından kontrol edilemez ve ölçülüp tartılamaz.
Müslümanlar bu dünyada hem kendinden olanlarla hem de başka inanan insanlarla, örneğin Yahudilerle veya Hıristiyanlarla, kendi kitapları çerçevesinde “ilişki” kurabilirler.
“İlişki” hitap etmek, açıklamak, tutum sergilemek, hatırlatmak, davet etmek gibi fiillerle genişletilebilir ilişkiden bahsetmekteyim. Asla, savaşmak, zorlamak, şeytani yollarla davranış sergilemek demedim. Müslüman bir başka inançtan olanın, “O da öyle yapıyor, çivi çiviyi söker, ben daha acımasız olanını yaparım,” diyebileceği bir tavrı asla kabul edemez. Kim ne yaparsa yapsın, Müslüman kendi erdemli tavrından sorumludur, çünkü önderi, örneği dinen kavminin atanmış kişisi Hz. Muhammed’dir.
“İslamcı” sözcüğü yanlıştır. İslam için aidiyet ve tarafgillik belirten ve o tarafa çalışan olmayı gösteren kelimenin köküne ekli “-cı” eki sözcüğü tam anlamına oturtmayı mümkün kılamayacak değerdedir ve haliyle eksiktir. Çünkü konu anlamsal açıdan kainat boyutundadır.
“İslamcı” yerine, aynen Kur’an’dakine benzer şekilde; “Müslüman’ın yaşantısı, seçimi, sorumluluğu, yöntemi, politikası…” demek doğrudur.
Örneğin İslam’ın en temel anlamı “barış” ise her yerde “barışçı” ifadesini kullanabilirsiniz, çünkü dünyalıktır, Adem’in mesuliyeti çerçevesindedir. O halde, “Ben İslamcıyım,” demek yerine alenen, “Müslümanım ve Barışçıyım!” demek gerekir.
Bu açıklamalardan sonra söylenenlere veya yanlış bilinenlere bir bakalım.
Kendilerine “İslamcı” diyenlere göre İslamcı; İslam’ın kişisel hayat dışında sosyal ve politik alanlarda da yol gösterici kılınmasını hedefleyen hareketlere verilen isimdir.
Peki, böyle mi? İçinde kullanılan kavramları irdeleyelim. Ama dinimize yakışır şekilde, insanların kutsalına ait olduğu nedenle, ilahi derinlikte irdeleyelim, yüzeysel ve kısır değil!
“Kişisel hayat” ne demektir? Burada bireysel, canlıyken, yaşama dair, gerçek ve doğal olan bir hayattan söz edilmektedir, önce bunu aklımızda tutalım. Sonra, ismi konmuş bir nefsin veya öznenin, örneğin Adem’in konu edildiğini bilelim. Bu öznenin bilinçle planladığı, çabaladığı, başka kişi, canlı, varlık ve kavramlarla ilişki halindeyken verdiği kararlarla yaşamını sürdürmeye çabaladığını söylemekteyiz.
Bunun dışında ne var? Kainatın, içindekilerin, örneğin güneşin bile kuralları ve temeli olan bu dinin, özel adıyla İslam’ın dışında nasıl bir hayat kurgusu var olabilir ki? Demek ki önce şunu bilmek durumundayız; dinin algısı dışına çıkmak, dinden çıkmakla aynı şeydir.
Dinin en genel tanımı nedir? Özel adı Arapça İslam olan “din” kainatta her bir kurala, oluşa, zerreye nüfuz etmiş, çok genel ve kapsayıcı bir tanımdır. Bu böyle bilinir ise dünyadaki tüm çelişkiler ortadan kalkar.
Eğer kendine “İslamcı” diyenlerin tanımı söyledikleri gibi ise esasında bunlar dinden çıkmış veya uzaklaşmış insanlardır. Aslında bu yola girenlerin ana çelişkisi de bu noktada aranmalıdır. Çünkü “din” kelimesinin asıl anlamını yok sayarak sadece dünyalık işlerle ilgili inanç bağlamındaki bahse takılı kalmışlardır.
Unutmayalım, neanderthal’lerin de inançları vardı, ölülerini gömmekteydiler, tören yapmaktaydılar, tapınaklar inşa edip içinde tapınmaktaydılar. Demek ki aslı kabul etmeden teferruatı esas kabul etmek eksikliktir.
“Sosyal alan” nedir? İnsan beşeridir, sosyaldir. Çekirgeler de, kurtlar da, maymunlar da “sosyal” kavramına tabidir, biliyor musunuz? Bugünkü insandan önceki, örneğin neanderthal’ler de beşeri idiler ve Kur’an bu formda ve şimdiki üstün donanımlı insana, yani homo sapiens’e varana dek tümünü kastedeceği cümlelerde, “beşer kıldık” ifadesini kullanmaktadır. Bu boşuna bir söz değildir.
Peki, insan için fark nedir? Elbise giyen, konuşan, derdini en iyi şekilde anlatan, aletleri üretecek aleti de yapan, yaşamı kendine göre değiştiren, tababeti geliştiren, hastalıklara çare bulan, kentler inşa eden, evlere mobilya yerleştiren, ulaşım için gökte uçan, otomobil kullanan, ekonomiyi yaratan, sigorta ödeyen, bankadan kredi alan, nefis yemekler pişiren, ekip biçmeyi bir hayli sistemleştiren, internette bilgi bulutlarını sevk edebilen, yapay zekalı robotlar yapmaya çalışan insan, ilişkilerini kendi yarattıkları ile de geliştirerek sosyaldir.
Şunu da ifade edeyim. Sosyoloji şimdiyi geçmişten alarak değerlendiren bir bilimdir. Sosyal konuları konuşurken bu gerçeği biliyor olmamız gerekir. Ancak gelecek başka bir şekilde açıklanır. Dolayısıyla din geleceği de açıklayan bilgileri verir, bu nedenle insanın sosyal algısının ötesindedir. Batıl olan dini eksik bilmekle ilgilidir!
İşte size iradeli insan! İşte bu noktada insan bir Müslüman olabilir, ona peygamber gelir. O, “kan akıtan” neanderthal iken Allah ona peygamber vermez, vermedi de. Böyle Adem olmaz, olunmaz!
Demek ki, Kur’an “Adem” ismini “beşer” sözcüğünün üstüne yerleştiriyor. Allah Kur’an’da, “beşer olmanın ötesinde sorumluluğu ve yeteneği olan insanın adına Adem,” demektedir. “Adem olmak,” demek “halife” olmaktır. Halifelik yaratabilen, üretebilen, geliştirebilen, kainata olumlu katkı sağlayabilendir. Bunu bilmeden nasıl Müslüman olunur? (Burada zaman içinde ortaya çıkarılan siyasi halifelik müessesesinden bahsetmemekteyiz.)
Şimdi söyleyin bana, değil ferden halife olmayı başarmak, bir neanderthal olmanın ötesine geçemeyen beşerin dini (kalben tasdik edilen ölçüde) İslam olabilir mi?
“Politika” nedir? Bir iş, meslek, çıkar ve yönetme şekli midir? Politika seçim yapmak, karar vermek, bilinçli olanın neticesinde irade göstermektir. Politika nefsin gereği üretilen çok genel bir fiildir.
Bugünkü manada politika, insanın, yani Adem’in var olması ile birlikte başlamıştır. Her peygamberin bir politikası vardır. Hz. Muhammed’in özünde politikası önce güzel ahlakı yaymak ve bunun için örnek olmaktır, barışı yamaktır, savaşmak yerine barışı yeğlemektir, bilgiye önem vermektir, çalışmak ve üretmektir, Adem’e, ilk halifeye yakışan şekilde yaşam sürmektir. Ve dahası, devleti yönetirken aldığı kararlar, diğer devletlerle ilişkilerinde verdiği teminatlar, basılan mühürler vs.
Politika bu! İçinde o bastırılası, eğitilmesi gereken ve bir mücadele içindeki nefs var… Örneğin kendine “İslamcı” diyen bir parti seçime bir hafta kala sayısı bir hayli fazla olan geçici işçiyi zamanında yapmadığı halde, oy oranını artırmak için kadrolu yaptığını açıklıyorsa, bunun İslam’a katkısı sizce mubah mıdır? Daha o kirli işleri ve ilişkileri söylemiyorum.
“Ülke” nedir? Adem soyunun kuralları belli olan yaşam şekliyle kendine inşa ettiği bir vatan toprağından müteşekkil evidir. Ülke, bahsedildiği üzere, her alanda “dindarlaştırılamaz.” İslam’a göre kainatta her şey dinin ilahi (gaiple ilişkili, manevi, mana ile ilgili) kuralları içerisinde bir anlam taşır.
İnsanlar bireysel olarak ve bir bilinçle çabalarını göstermek, ilişkilerini tanzim etmek ve dahi her anında sorumluluk duymak zorundadır. Bilinçle davranan, ilişkilerini mükemmel belirleyen ve yaşama sorumluluk idraki ile bağlı olan bir Adem, dindar değil midir? Müslüman veya herhangi bir imamın tarif ettiği mezhepten değil diye, bir insanın katli vacip midir? Bu nasıl bir işaretlemedir?
“Ülkede dine hizmetin yolu var; en uçtakiler adam kellesi uçurur, biz mücadelede daha iyilerdeniz, ılımlısıyız, biz karşımızdakini ikna ederiz, gerekirse parayı kullanarak anlaşmalar yaparız…” benzeri anlatımların tümü yanlıştır ve bu yaklaşımların hiç biri bir Adem’e ait olamaz. Herkes kendi nefsinden, kalbinden, aklından, amelinden sorumludur.
Ne demek, siyasal İslam? Tümüyle aldatıcı sözlerdir bunlar. İslam adına siyaset yapmanın ve dini istismar aracı görmenin adı belli; bu münafıklıktır.
Önce Kur’an’da tarif edilen şekilde, halifeliğini alan, sınavını geçmeyi becermiş bir Adem ol, Müslüman ol, güzel ahlaka örnek olan Hz. Muhammed gibi ol, hatta belirtildiği şekilde, Muttaki ol; bak o zaman senin için yol daha düz olacak… Müslüman isen böyle düşün.
Adem dindardır, dini bütündür, ilahi insicamı öğrenip gelmiştir, fıtratı böyledir. Ama Adem’den türeyenlerden bir kısmı ayrılık göstermiştir. Bunların her birinin tanımı Kur’an’da yer alır. Peygamberler dinini, ilahi düzenekleri ve gerçek olan doğruyu öğrenmişlerdir; yine de dua etmişler, en fazla af dileyen olmuşlardır. Buna da söylenecek bir şey olamaz. Peygamberden gayrısı kendine rütbe, paye ve ayrıcalık verir gibi çıkar ise bu doğru olur mu? Doğrusu şudur: Her insan dinini geliştirme yolunda olabilir, bana göre olmalıdır da; ama her ne yapsa gelişen bu kainatta/evrende eksik kalacağından dolayı dua eder, talep eder, “Rabbim beni affet ve daha fazla ilim ver,” der.
Din Adem tarafından bu dünyada yaşanır! Dinini öğrenmek isteyen, kendi içinde derinleşmek isteyen, yolunda olsun. İnsanın dinini öğrenmek istemesi; dilini, kavramları, matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi, astronomiyi, jeolojiyi, termodinamiği vs konuları bilmesiyle başlar, ilk adım bilimsel düşünmeyi becerebilmektir.
Göğü ve yeri yaratan Allah’a iman etmek için, örneğin yeterince göğü bilmeden insanın idraki gelişebilir mi? Ne yani, birileri ne derse onunla mı yetinecek, bu idrak için yeterli mi? Bu, kul ile Allah arasına bir onay makamı koymakla özdeşleşirse doğruya ulaşmaktan emin olunabilir mi? Müslüman olarak bilinen usullerle ve kalbi yakınlaşma ve teslimiyet, bireyle Yaratan’ı arasında olur. Birey bunu idrak etmeyen dinin mantığına ters düşecektir.
Demek ki, kul ile Allah arasına girmedikçe sorun yoktur.
Peki, “Ben senden daha dindarım, şu mekteplerde bulundum, şu ulemanın rahlesini öptüm, o halde çök ben sana dinini öğreteyim,” yaklaşımı nereden icap etmektedir?
“Ben dinci değilim, dindarım, hem çok dindarım, sen az dindarsın…” diyenler var, hatta çoğaldılar. Dindar aşağı, dindar yukarı… Dindar kelimesini daha hoş görenler var herhalde.
“Bir vatandaş var, dindar, beş vakit namazında…” Kullanım budur. Ne denmek isteniyor acaba? Saf, temiz, arı, duru, dininin icaplarını yerine getiren, iyi insan, ahlaklı biri mi? Bu tipteki birine “Müslüman” dense yanlış mı olur? “Peygamberinin izinde giden,” demek yanlış mıdır, Hz. Muhammed sizin amaçlarınıza engel midir? “O başka, bu başka…” veya “Çok önemli değil…” mi diyorsunuz?
Münafıklar
Bilindiği üzere Kur’an, “İslam” ile “sahih İslam” kavramlarını dahi ayırmıştır. Neden? Gereksiz mi diyorsunuz? Gerekli görülmüş ki ifade edilmiş. Demek ki; İslam ile sahih İslam; inanan ile Müslüman arasında fark var.
Başka kavramlar daha var: İnandığı halde “müşrik” olanlar, Allah’a eş koşanlar, örneğin paraya pula tapanlar var. Müslüman olduğu halde “münafık” olanlar, “sözde Müslüman” olup kendini “dindar” gösterenler var.
Kur’an’da; kafirin (inkar eden, kendi aklınca mananın üstünde örten), müşrikin (eş, şirk koşan, kendi aklınca mananın değerini indirgeyen,) ve münafığın (küfrünü/kafirliğini gizleyerek kendini mümin, Müslüman gösteren, imanla küfür arasında bocalayan veya çıkarı gereği bilerek bir orada bir burada gözüken kimse,) tanımları ve örnekleri eksiksiz verilmiştir.
Bunları kullanmamak için mi başka tanımları söylüyoruz? Bu da mı bir perde?
Münafıklık günlük yaşama karşılık gelir, daha çok sosyal, ekonomik, siyasal alanları ilgilendirir, dolayısıyla önemlidir. Bu konuya çok dikkat etmek gerekir. Siyaset ve ekonomi insanın münafık yapabilir, anlayamazsınız. En pratik biçimde münafığı, kisvesi ne olursa olsun, önce dini siyasi çıkarına alet edenlerde arayın.
Bütün bunları yok mu sayalım? Yoksa münafıklar etrafındakileri şaşırtmak için “dindar” sözcüğünü mü ileri sürüyorlar?
“Ben inanıyorum ama dindar değilim…” Böyle söyleyen biri, “Kalbimden inanıyorum, sana ne?” diyor. Doğrudur, bana ne? Ben de karışmıyorum zaten, ama fark şurada: Din istismarcıları neden, “O dindar, bu değil,” der? Bu bir tür politika mı? Din politikaya çok yumuşak biçimde alet ediliyor da bizim mi haberimiz olmuyor?
Din kelimesi başka anlamlarla yüklüdür. Din, başlangıçta da belirtildiği üzere, esasında geniş anlamı olan, kainatın kanun ve kurallarıyla ilgili bir kavramdır. Tali veya ikinci anlamda ise “inanan” kelimesine karşılık gelir. “Senin dinin sana, benimki bana,” dendiğinde dinin bu zaviyedeki anlamı tamamen “inanç” olmaktadır.
Uygulamada, “Din ve inanç hürriyeti,” ifadesi de buna dahildir. Buradaki “din” tamamen ikinci anlamdadır. Batı kültürü bağlamında kabul budur. İnançlar kişiden kişiye değişir. Bir insanın diğerini ölçme biçme hakkı yoktur, bu hak, adı “Hak” olan Allah’a aittir.
Bunun yerine yalın şekilde, göğsünü gere gere insan neden, “Ben Müslümanım,” diyemiyor? “Ben buna inanıyorum, şuna inanmıyorum,” demiyor? Bu bir çatışma konusu değildir, politik malzeme değildir. Öyle yapmak isteyenler işi bir şekilde sulandırarak buradan nemalananlar olurlar. Elbette etraflarındaki konuyu az bilenler de onlara tabi olurlar.
“Dindar” demek, “iyi ve kaliteli Müslüman” demek midir? Buna mukabil, “Bir inanç sahibi olmak,” eksiklik midir? Bunlar kişisel konulardır. Dolayısıyla, “Devletin dini yoktur,” “Paranın dini imanı yoktur,” deriz. “Laiklik” ve “Sekülerizm” gibi kavramlar vardır.
Unutmayalım, “devletler sistemi” ile tanzim edilmiş bir dünyada hukuk ve kurallar şimdiki hale rasgele gelmemiştir. Baskın kültürün ve anlayışın fikri ile örülmüş bir sistemi kabul etmişiz. Uzayda değiliz, uzaylı da değiliz. Bu dünyada, barışçı, Adem soyu ve Hz. Muhammed’in ümmeti nasıl olunur ise öyle olmalıdır.
Halkın içinde bir belirleyicilik ve markalayıcılık hakkını hiç kimseye veya zümreye veremezsiniz. Hz. Muhammed var olduğu dönemde bunu O görebilir miydi? Varsa söyleyeceği o dönem için aktarabilir idi. Ama şimdi hiç bir Allah’ın kulu çıkıp başka bir kula derece veremez, toplum yararına vermemelidir de.
Bu tip, insana bir saklanma veya kaçış imkanı verdiği nedenle, “dindar” kelimesini kullanmayalım. Dini birilerine aitmiş gibi kılmayalım. Kimseden keramet beklemeyelim. Kendimizle dalga geçirtmeyelim.
İslam’da insanın değer biçebileceği ölçüde mertebeler yoktur. Herkes muttaki olabilir, salih amel işleyebilir, kamil olmayı hedefleyebilir… Dinen bir insan, eğer peygamber değilse, ki o en fazla af dileyenlerdendir, kamil olduğunu ancak Ahiret günü öğrenebilir. Din bahsinde rütbeler aranıyorsa İslam’da aranmasın, başka inançlarda aransın.
Ancak tasavvufta mertebeler vardır. Bizler tasavvufu nasıl algılıyoruz? Tasavvufu, kökü her ne kadar inanca (!) dayansa da belli türdeki akım, düşünce, ilave ibadet şekli ve iyi niyetle geliştirilmiş gelenek gibi algılıyoruz.
Tasavvufta şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapıları ve adap, ahlak ve ahval makamları vardır. Bunlar insanların algıları ile iyi niyetle yapılan işlerin tasnifidir. Tasavvufta nefisler vardır; Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiyye, Mardiyye ve Kamile. Kamil insan demek, saf, tamamen arınmış, seçkin, yani bir peygamber (gibi) demektir. Bütün bakın bunlar tasavvuftadır. Belki bir yakınlaşma çabasıdır, siyaset ve istismar kapısı açmak değildir.
Allah’a yakin olma yolunu şaşırıp dünyaya zalim olmak da söz konusudur, bunu ancak bir münafık becerebilir ve kabul edilesi bir sonuç değildir.
Bu husus, yani tasavvuf, “kültürel” anlamda kabul edilebilir; buna karşılık, “ilahi-sahih-din” konusunda titiz olmak şarttır. Kur’an’a karşın bir din uygulaması toplum katmanlarında ve değişik cephelerinde farklılıklar yaratır. Yorumlardan bile ne denli farklı anlatımlar ve ideoloji gibi yazılmış mezhepler var, değil mi? Görmüyor muyuz bunları? Allah’ın emrinde olan “mertebe verme” konusunu dünyalık algılarla karıştırmamak gerekir.
Bu dünyada sorumlulukları idrak etmek ve Adem olarak yaşamak önemlidir. Bu mertebeyi hiç küçümsemeyelim.
İnsan için Müslüman olmadan İslam’a hizmet etmek zaten olmaz. Ama burada takdir yine başka bir insana ait değildir, Yaratan’a aittir, O’nun hesabı da bu dünyada Adem’e gaiptir (bilinemezdir).
Söylenen şekilde, “İslamcılık” bir parti gibi algılanamaz, değeri belli çıkarlara ve hatası daha sonra tartışılabilecek türden işlere İslam asla indirgenemez. Bu İslam kelimesinin ağırlığını tartışmaya açar olur. Buna sebep olan Adem’in akıbeti de tartışılır.
Ahvalde durum böyle olmadı mı?
Müslümanlar, “ferden” Adem soyu olarak ve varoluş gerekliliğine sadık şekilde yaşayarak (orijinal anlamda) halifeliğini ilahi bağa tescil ettirirler, işte buna “şehadet” denir.
Canlı bombadan şehit değil, ancak beşer veya başka bir yaratık olur. Canlı bomba devşiren, bu amaçla şeytana hizmet eden (ki şeytan da gaiptir) dünyanın en uzun sakallı, en muhterem yüzlü ve kendindeki çeşitli üstün özelliklerin varlığından söz eden bir kimsenin, ilahi anlamda, dinen yeri sizce neresidir? Ben bilmiyorum.
İslam (din) kainatın zerresi içindedir, nüfuz etmiştir, içinden sökülürse kainat olmaz, hiç bir varlığın buna gücü yetmez. Sonuçta “muhtaç” olan beşer, kendi aklıyla “politika yapıyorum” derken, İslam’a gölge düşüremez. Bunun cezasını Allah verir elbette.
Bu şekilde ortaya çıkanları görmek, anlamak gerekir. Bunların hem kendilerine hem de Müslümanlara zararı dokunmaktadır.
İslamcılık, siyasal İslam düşüncesinden ve belli bir amaç üzerine türetilmiş bir ifade şeklidir. Dincilik ve İslamcılık, İslam ile bağdaşmaz ve hatta Müslümanlığa zarar verir, vermektedir de!
Bir ülke değil, bir küçük toplum birimi bile söylenen şekliyle dindarlaştırılamaz, bu tarz bir çaba insanlığa hizmet etmez, ülkeye de hizmet etmez.
Analar babalar çocuklarına vermek istediklerini veremiyorlar da, onları iyi Müslüman yapamıyorlar da siz mi bu görevi üstleniyorsunuz? O halde önce evladınıza okuma yazma öğretin; insan ve onun öznesi Adem olmayı öğretin.
Bu çarpık sistemi yetiştiren ve içinden çıkan politikacıların söyledikleri ile yaptıkları tutmayan, açıkça aldatıcı bir konu daha var. Türkiye bir İmam Hatip Okulları sorunu yaşamaktadır. Örneğin diğer partiler, “Ben iktidara gelirsem İmam Hatip Okullarını kapatmayacağım,” derken, tam oy alma arifesinde yine politik bir yaklaşım sergiliyorlar, eğer varsa bir konu, en azından de ki, “Bu üzerinde çalışılacak bir konudur, ama daha sonra ele alacağız…” Bilindiği gibi, yanlışlar tartışılamaz ise zaman içinde kökleşir.
Ben bu “imam” konusunu başka bir sefer ayrıntılı şekilde işlemeyi düşünüyorum. Şu kadarını söyleyeyim, genel manada yakın düşüncelere sahip olsam da, şahsen ben (dahi) fikren imam hatipten ve hatta ilahiyattan mezunların savundukları din anlayışlarında eleştirilecek önemli noktalar görüyorum. Benim fikrim bir yana, size burada birçok isim sayabilirim, Türkiye’de kendine “din adamıyım” diyen çok insan, bugün kendi aralarında bir tartışma içindeler ve bazen bu tartışmaları herkesin gözü önünde, birbirlerine hakaret edercesine yapıyorlar, daha mezheplerin ayrıldığı noktalara hiç başvurmayalım… Demek ki ortada anlaşmazlık alanları var.
Halka de deniyor? “Camilerimize imam ve halkın dini vecibelerini yerine getirmesine destek verecek personel yetiştiriyoruz,” diyorlar. Ama asıl yapılmak istenen ne? Söylenmeyen amaç: Devlet kadrolarını yetiştirmek. Bilindiği üzere, “imam” demek, ikinci ve asıl anlamıyla, “önder-lider” demektir. “Siyasal İslam” tezine dayanarak, bu yetiştirilen aynı görüşle güdülenmiş kitleden ülkeyi yönetecek kadroları ve liderleri çıkarmayı hedefliyorlar. Öyleyse bunlar da bir tür “yeni vesayet düzeni mektepleri” hüviyetini alıyorlar.
Teknik ayrıntıya girmeyeceğim. Bu tedrisat yapısı bize teknik açıdan ne getirir, ne götürür, ayrıca ele almak gerekir. Ve bu konu devlet eliyle memleketin bir tarafını “öteki” görerek, her şeye rağmen, bir tarafa daha yakın politik kararla ve inatla yapılmak istenmektedir. İşin içinde inanç, mezhep, ılımlı-din devleti olma, gibi değişik inceleme konuları yer alır. Yani geniş bir konu.
Bu tür işlerle meşgul olanlar, Kur’an kavramlarını ve hadisleri esnetip duranlar, buna ilim diyenler, kendilerine ulema diyenler, bunlardan sözüm ona feyz alıp siyaset yapmaya kalkışanlar; ancak kendilerine bu dünyada bir konu yaratanlardır. Dünyanın diğer taraflarına hiç bir yarar sağlamazlar, iyi anlamda ilgi çekmezler, ülkelerindeki düzeni bozarlar, zaman kaybına sebep olurlar.
Münafıklar ne yaparlar, nasıl zarar veriler, özetle bir daha bakalım:
- Münafıklar, “İslamcı, Siyasal İslam, Ilımlı İslam, İslami Terör, İslam Devleti,” gibi terimleri Batı’dan öğrenmiştir. Bunları kullanarak İslam’a zarar vermiş olurlar.
- Türk insanı dinini en iyi yorumlamış bir millettir. Toplumu bir nevi Araplaştırmak da münafıklıktır. Çünkü din ile asabiyye birbirine girmiş olur. Bu ümmet fikrine de terstir. Ümmet olmak demek, İslam dininden olup Hz. Muhammed’i önder kabul edenler demektir. Her toplum önce kendisi olacak ve eğer Müslümanlığı kabul etti ise Kur’an’a tabi olacaktır.
- Münafıklar her ne kadar itiraz etseler de (farkında olmasalar dahi) küresel güçlerin amaçlarına hizmet etmekten kendilerini alamazlar. Çünkü içine düşürüldükleri konuların içinde evrilmişlerdir ve kendi yarattıkları davalarına saplanmış haldedirler.
Bütün bu açıklananlarda o bilinen ve icra edildikçe bizi geren türden dava-politikası yoktur; bilgi ve bilinçlenme, sorumlulukları idrak vardır, tespit vardır. Bu sayede bireyler kendi fikrini bulur ve iman etmiş biri ise ilahi bağıyla yaşamına sarılır, değilse yine kendi bildiği inanma şekliyle insanlığı hizmetindedir, kimse kimseye hesap soramaz, kültür ve gelenekler ile insanların yüreğinde saklı olan birbirine karıştırılamaz, hepsi bu.
Şimdi bakın etrafınıza, sizce kimler münafık?
Sonuç
Din bir “ötekileştirme” müessesesi değildir, kapsayıcıdır, hem de ilahi manada!
Siyaset çok şeydir, bir taraftan birilerinin elinde başkalarının yaptıkları yıkılır, diğer taraftan ise inşa süreçleri ortaya konur. Siyasetçi arasında bir yerdedir. Bu onu hem çok zayıf hem de sorun dolu yapar. Eğer siyasal sistemler kendinden eminse ve insanlığa hizmet ediyorsa, sıkıntı içine girmeye gerek kalmaz. Zira esas olan insanın özündeki doğruyla yaşadığını örneklikle gösterebilmesidir.
Türkiye’yi normalleştirmek bizlerin elindedir. Yanlışa gidenler içimizden birileridir, onları doğruya davet ederken dikkatli olmamız gerekir. Bir rakip olacak ötekileştirmenin önüne geçmek hepimizin görevidir.
Münafıklığın ceza hukukunda bir karşılığı yoktur. Bizim konumuz bu aramızdaki münafıkları Allah’a havale etmektir. Her şeye (!) rağmen biz doğru konuşup doğru ümitler besleyelim, Müslümanın tavrı budur! Sakın münafıklar başkaları tarafından görülmediği ve sorunlarının anlaşılmadığı düşünmesinler. Ha, bildiğimiz türden suçlar işlenmişse, bir şey söylemeye gerek kalmaz, kanunlar işletilir.
Vatanını ve Milletini seven her akıllı insan ne yapar? Önce bu ülkenin içten içe karıştırılmasına sahne hazırlayanların akıllarını başlarına almalarını ister. Siyasetini bir merkezde toplar, bütünleşir, imkanlarını bir araya getirir, güçlü bir sesin çıkması için gerekli kararlılığını gösterir. Küresel güçlerin karşısına akılsızca geçip yıpranmanın anlamı yoktur. Hatta amaç bir küresel güç olmakla açıklanmalıdır. “Yana yakına” türünden bir politika yapılmaz, maceracı ve sorumsuzca başkalarının işlerine dokunmak ise hiç tercih edilmez. Güvenilir ve inandırıcı olmak şarttır. Zamanla insana değer veren politikaların bölgeye yerleşmesi için ittifakla katkı sağlanır. Süreçler işletilir, zaman kullanılır, bu arada ülke içindeki onarıma odaklanmak gerekir. Bataklıklar her nasıl kurutulacaksa, tüm dinamikleriyle beraber kurutulur. Aile, ev, sokak, kurumlar, anlayışlar, eğitim, her şey, dokunulmaz denen tabular, gerekirse ananeler elden geçirilir. Bunun için aklı hakim kılmak esastır. Onarım için zamana ihtiyaç olacağı muhakkaktır. Zira sosyal düzen ve güvenlik konularında çok gerilere düşülmüştür.
Olmazsa, bu şehit kanı kokan Vatanı her şartta korumak ve kollamak yine bizlerin vazifesi olacaktır. Ne yapalım, bu Vatan da bu Millet de bizim! Ama bunu sürekli dillendirmenin ve hamaset yapmanın anlamı yoktur. Evdeki ödevini yapamayan, çatışma alanlarında mı kendini ispat etmek zorunda kalacak? Unutmayalım, artık “yumuşak güç” diye bir şey var. Türkiye bu tür dinamikleri kullanarak gücünü ortaya koymalıdır.
Bizim asıl konularımız ne biliyor musunuz? Elbette benden daha iyi bilenler var. Biz bu işlere hiç girmeseydik de, bilimde, teknolojide, sanatta, ekonomide, adalette, özgürlükte ve liderlikte daha derin alanlarda ilgilenseydik, insanlığa daha yararlı olma yolunu seçseydik ya!..
Hiçbir zaman geç değildir, zararın neresinden dönülse kazançtır.
Not: Bu yazıda “İslamcılık” bahsi altında ifade edilenler “Muttakilik” sitesindeki “Soru Üzerine: İslamcılık” yazısı ile ele alınmıştır. Ayrıca yapılması gerekenler açısından bu yazının, bu sitedeki, “Devrim” isimli makale ile birlikte okunması salık verilir.