Site icon Politik Merkez

NATO ile Yürümek

nato-ile-yurumek

NATO ile Yürümek

Okuyucu

Londra’da dünyanın mevcut en güçlü ve önemli askeri-güvenlik ittifakı olan NATO’nun 70. Yıl zirvesi 3-4 Aralık 2019 tarihinde yüksek ve ciddi tartışmalar ortamında başlayacak. NATO yeni bir yol arayışında mı, üye ülkeler kendi çıkarlarına göre NATO’ya yeni bir çalışma perspektifi getirir mi? Bugün bizler bu soruyu cevaplamak için tartışıyoruz.

Türkiye bu zirvede özellikle terörle mücadele, göç ve mülteci meselelerini ve silah tedariki konularını ele alacaktır. Bu başlıklarda karşılaştığı çifte standarda dikkat çekecektir. Terörist ile Kürt ayrımını izah edecek, sınırında NATO üyesi ülkelerinin alenen bir terör devleti kurmaya çalıştığını işaret edecek, Avrupa’nın göçmen/sığınmacı için 6 milyar avronun 3 milyarını gönderdiğini hatırlatacak, DEAŞ ile mücadelesini ayrıntısıyla takdim edecektir. S-400’lerin NATO görevlerinde kullanılmayacağını açıklayacaktır. Takdim edilen konu başlıkları bunlar olacak.

NATO kurulduğunda dünya konjonktürü farklıydı. Bir defa Doğu-Batı blokları vardı. Rusların Türkiye’den toprak talepleri ve Boğazlar üzerinde baskıları vardı. Bu dönemde Türkiye NATO’ya girdi ve SSCB’nin tam da sınırında, dünyanın en karmaşık coğrafyasında tam anlamıyla güvenlik politikalarıyla nefes alıp verdi. Diğer yandan Türkiye’nin etkinliğiyle hem Avrupa hem de Kuzey Amerika kıtasına güvenlik sundu. Soğuk Savaş içinde Türkiye üstüne düşeni herkesten fazla yaptı. İlk hatırlananlar, Küba krizinden tutunuz, Sovyet donanmasının Karadeniz’de tutulmasına varana dek ciddi görevler icra edildi.

16‐20 Eylül 1951’de Kanada, Ottowa’da toplanan NATO, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye olmasına karar verdi. TBMM, 18 Şubat 1952’de Türkiye’nin NATO üyeliğini oy birliğiyle onayladı. Böylece, Kore Savaşı ve ABD’ye üs verilmesi karşılığında NATO’ya üye olunmuştu.

Soğuk Savaş’tan sonra da Türkiye üstüne düşeni fazlasıyla yaptı. Bir defa NATO görevlerine aktif bir şekilde katıldı. 2003 yılından itibaren Afganistan’da ISAF, 1999 yılında Balkanlarda KFOR görevleri en önemli örneklerdendir. Bu görevler için Türkiye herhangi bir ayrım yapmadı.

NATO Genel Sekreteri Jean Stoltenberg 29 Kasım 2019 tarihinde bir bilgilendirme yaptı. Gerçekleşecek zirveden önce basına NATO hakkında genel bir tanıtım şeklindeki bilgilendirmesinde önemli konular vardı. Bunlar yapılmak istenenleri ve aynı zamanda değişimi de işaret etmekteydi. Önemli hususları burada ifade etmekte yarar var.

Şöyle ki:

NATO’da sorunlu ülke kim?

Bir defa şunu işaret edelim, NATO’nun sorunu iç tartışmalarla ilgilidir. Ancak Türkiye 1952 yılından bugüne NATO’nun iç tartışmalarının sorunlu öznesi olmamıştır. Eğer içeride bir sorun varsa Fransa gibi politikası farklı ülkelerden veya katkı payı veremeyecek ülkelerden kaynaklanmaktadır. Genel bakılırsa NATO’da asıl tartışma başından beri Amerika ve Fransa arasında geçmektedir. Fransa neredeyse 1949’dan bu yana NATO’ya muhalif ama NATO dışında kalmamak isteyen bir ülke konumundadır. Uzunca süre NATO’nun askeri kanadına girmemiş, sonra girmiş, dil bakımında Fransızcayı kullandırmak istemesi ötesinde fikirsel olarak da farklı bir yolda olduğunu her fırsatta göstermiştir. NATO’nun ikilik yaratan ülkesi Fransa’dır. Esasında NATO şöyle bir teşkilattır, içeride politikacılar var, ancak bunlar askeri görevlerin yapılmasını, savunmayı sağlamak adına politika yaparlar. Konu politik-askeri şeklinde özetlenebilir. Fransa ise ülkesinin menfaatine bütünüyle politika yapan bir anlayışla NATO’da bulunmayı önemsemektedir. Bu tamamen ittifakın temel anlayışına terstir.

Almanya daha akıllı hareket etmektedir. Üstelik Almanya II. Dünya Savaşı’nın yenik ülkesidir. Ülkesinin savunmasında ABD askeri bu ülke içinde yer almaktadır. Terörizm ve göç konuları, Doğu Avrupa’nın Rusya tehdidine karşı korunması, Orta Menzilli Nükleer Kuvvetlerin (INF) tehdidinin ortadan kaldırılması gibi konulardan dolayı Almanya NATO’nun güçlü kalmasını istemektedir. Hatta Türkiye için de olumlu ifadeler kullanmaktadır. Avrupa’nın güvenliğinin Türkiye’den başladığını iyi bilmektedir. Ancak Angela Merkel Donald Trump’ın Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 2’lik kısmının güvenlik harcaması için NATO’ya aktarılması önerisinin 2030’a ertelenmesini istemektedir.

Gelinen noktada elbette dünyanın değiştiğini söylememiz gerekiyor. Konjonktüre bakılırsa ABD küresel-kaotik politikaları devreye koydu. Çin, ABD’ye rakip oldu. Rusya tekrar güçlendi. Tehdit Atlantik’ten Pasifik eksenine kaymaya başladı. Gerginlik çok boyutlu ve katmanlı hal aldı. İşte bu noktada Türkiye yine güvenlikle, özellikle terörle ve göçle mücadele konularında en fazla çaba sarf eden ülke oldu. Türkiye ordusunu her daim hazır tuttu, tutmak zorundaydı. Bunun hem kendi için mecburen hem de ittifakın güvenli için gerçekleştirdi. Bakınız ordunun yüksek oranda hazır olması demek masraf demektir. Avrupa’da çoğu ülke bu hazırlık seviyesini düşürmüş ve kaynağı başka alanlarda kullanmıştır.

Türkiye NATO’nun eşit haklara sahip, güvenilir ve güçlü bir müttefik ülkedir. ABD’den sonra Türk ordusu ikinci büyük ordudur. Türkiye gelecekte de pozitif katkısını tereddütsüz yerine getirecektir. Türkiye halen NATO’ya ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Kanada’dan sonra 7. sırada en fazla bütçe ayıran üye ülkedir. İspanya, Hollanda, vs. ülkeler Türkiye’den sonra gelmektedir. Burada en alttaki 14 ülke toplamından fazla ödeme yapan bir Türkiye söz konusudur. Bunlar maddi konular. Ancak görev etkinliği, isteklilik, harbe hazırlık gibi konularda genel manada ABD’den sonra en ileri ülke Türkiye’dir, hatta bazı konularda ABD ile boy ölçüşür noktaya dahi geldiği söylenebilir.

Fransa öteden beri Atlantik ittifakı ile farklı bir Avrupa güvenlik sistemi (PESCO) arasında tartışma hususunu başından bu yana yaptı. Soğuk Savaş zamanında bunu diplomatik açıdan dile getirdi. Fransa NATO konusunda hep kafası karışık bir ülke olmuştur. Berlin Duvarı yıkılınca dünyaya barışın geldiğini zannetti. Bir süre imkân buldu ve olduğundan daha fazla şımardı. ABD’nin inisiyatifini güçlendirmesi üzerine yine eleştirel bir diplomasiyle ortaya çıktı. Son günlerde görüldüğü gibi sesi yükselmeye başladı.

ABD ilk planda Avrupa’daki karşıt görüşleri sorgulamak istemese de tehdidin Pasifik eksenine kayması sonrasında o da kendine göre bir yaklaşım sergilemek ihtiyacı duydu. ABD Avrupa’ya, “Siz de NATO’ya mali katkınızı artırın,” deyince, önce Fransa ve Almanya ayağa kalktı. Bugün bu tartışma önemli ölçüde görünür oldu.

Cumhurbaşkanı Macron geçenlerde, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti,” şeklinde skandal bir açıklama yaptı. Bu söylem hemen her kesim tarafından eleştirildi. Hem NATO’nun işlevselliği aleyhine politikalar yap hem de beyni öldü de! Bu haksızlıktır.

Macron’un Türkiye üzerinden NATO’ya eleştiri getirmesi yöntem olarak hem yanlıştır hem de sonuç vermeyecek değerdedir. Fransa’nın önce NATO konusunda söyleyeceği çok şey olmalıdır, Türkiye’yi özne yapmamalıdır. Ayrıca Şubat-Ekim 2011’de NATO Fransa’nın oldubittisi ile Libya’ya müdahale etmişti ve aslında bu yanlıştı. Burada Fransa (Cumhurbaşkanı Sarkozi idi), “Kaddafi sivilleri öldürüyor,” demişti. NATO Birleşik Koruyucu Harekatı’nı (Operation Unified Protector) Fransa istedi diye yapmak zorunda kalmıştır. Bu örnek dururken Türkiye sınırlarından havan, roket, keskin nişancı saldırısı, içeriye girip yerleşim yerlerinde canlı bomba eylemi yapan bir terör örgütüne yapılan harekât konusu eleştiri dahi kabul etmez. Hatta bugün bile YPG Suriye kuzeyinde masum sivillere bombalı eylemler gerçekleştirmektedir. Kasım 2019’da Suriye’de Türkiye’nin kontrol ettiği alanda sivillere yönelik terör saldırılarında 65 ölü, 146 yaralı var. Okul, ticaret merkezi, hastane yakınlarında terörist YPG’liler bomba patlatıyorlar, bu kabul edilebilir mi?

Türkiye, sınırında terör eylemleri meydana geliyorken Suriye’ye terörle mücadele etmek ve milyonlarca sığınmacı/mülteci hareketi varken, insani faaliyeti gerçekleştirmek için Fransa’dan neden izin istesin? Fransa destek verecekse, ki vermek antlaşmaya göre görevidir, bu durumda akıl değil en azından maddi destek vermelidir. Önce bu olmalıdır. Samimiyet neyi gerektirir, “Meseleyi birlikte inceleyim, sonra ortak hareket edelim,” demek zorundadır. “Zorundadır” diyorum ittifakın gereği hamle bu olmalıdır, tereddütsüz, “5. Madde, Kolektif Savunma” var. Dostluk ve müttefiklik bunu gerektirir.

Terör ve NATO

Suriye kuzeyinde ABD ne yaptıysa Fransa da aynısını yapmıştır. DEAŞ ile mücadele koalisyonu bahanesiyle Türkiye’nin sınırı boyunca Suriye’de bir terör devleti kurmaya çalışmıştır. DEAŞ ile Fransa nasıl mücadele etmiştir, kendisi açıklasın. Ancak Türkiye açıklıyor. Diyor ki: “77 bin teröriste giriş yasağı koydum. 40 farklı ülkeden 1.216 yabancı savaşçı da denen DEAŞ’lıyı tutukladım, hapishanelerimde, içinde mahkemesi devam edenler var. YPG’nin Suriye’de hapishanelerden salıverdiği DEAŞ’lılardan 287’sini yakaladım. 7.650 teröristi yakaladım, sınır dışı ettim. Fırat Kalkanı Harekâtı zamanında 3.500 DEAŞ’lıyı etkisiz hale getirdim.” Fransa da benzeri bir döküm verebilir mi? Fransız bir çimento şirketinin verdikleriyle YPG terör örgütünün inşa ettiği tüneller ortadadır.

NATO Genel Sekreteri Stoltenberg 11 Ekim 2019 tarihli Türkiye ziyaretinde ifade etti, NATO’nun bir terör listesi yok demişti. Bu durumda NATO üyesi ülkeler “PKK terörist örgüttür,” diye kabul ediyorlar ama NATO’nun kurumsal yapısında bir terör listesi yok! Bu olabilir mi? “11 Eylül” sonrası NATO Operation Active Endeovour görevini neye göre gerçekleştirdi? Afganistan’daki mücadele, ISAF, ne ile gerçekleşti? Irak’ta eğitim faaliyetleri sürdürüldü, NTI görevi, bu nasıl oldu? Harekât planlarıyla! Bu harekât planları masaya kondu ve Türkiye bunları 5. Maddeye göre katkıda bulundu. Peki, Türkiye PKK terör örgütüyle mücadele için harekât planı yaptığında bu plana NATO’da ABD ve Almanya neden blokaj koydu? İşte yine bir benzer durumla karşı karşıyayız. Yakın zamanda NATO Baltık ile ilgili bir planı imzaya sundu. Türkiye dedi ki; “Eğer siz bizim planlarımızı bloke ediyorsanız biz de buna imza atmayız.” Bu normal değil mi?

İttifak Ruhu

Yaşanan gelişmelerde eşit olmayan ve haksız bakış açıları, ulusal politik bakış açıları, ittifak ruhunu çıkarlar için eğip bükmek ve ikiyüzlü bir tavır var.

NATO hem güvenlik politikaları bahsinde örnek bir teşkilattır. Politik ve askeri kanadı vardır. Üye ülkeler eşittir. Bu demektir ki “bu bana tehdit” dediğinde diğer üyeler tereddütsüz o tehdide yönelmek zorundadır. SSCB varken bu böyle olmuştu veya başka örnek, “11 Eylül” olduğunda bu böyle gerçekleşmişti. Tereddütsüz inanarak ve özveride bulunurken, müttefiklerin ayağı geri gitmeden katkıda bulunması esaslı bir anlayışı kabul eder. Sonra ne oldu? Ülkelerin milli politikaları gereği yürüttükleri politikalar, ki bu cepheden bakılırsa Rusya’nın tekrar küresel oyuncu olacak güce ulaşıp hareket etmeye başladığı Ortadoğu ve Doğu Avrupa-Ukrayna eksenlerinde bu gelişmeler daha fazla görüldü, NATO’nun önünü tıkayan anlayışların öne çıkması sonrasında “çekimser davranış sergileyen” bir kuruma dönüştü. Bu durum aslında en başta ABD ve Fransa, bir miktar da Almanya ile söz konusu oldu. Sonuçta terörizmin ve Vekalet Savaşları düzeninin politika ile sürdürülmesi hususları dikkat çeken konulardır. Bütün bunların sebepleri Türkiye değildir, diğerlerinin milli politikaları ile NATO düzeninde ikilem yaratan politikalarla hareket etmek istemleridir.

Türkiye sadece Suriye meselesi ortaya çıkınca, NATO’yu ittifak ruhu gereği hakkı olan 5. Maddenin uygulamadığı nedenle tartışmıştır. Bu yapısal bakımdan sorun olabilir mi mutlaka düşünülmelidir. Ancak temel konu bu değildir. Bazı ülkelerin çıkarcı bakış açıları ile ittifak ruhunu zedelemeleridir. Bu hususlar diplomatik dille Genel Sekreter Stoltenberg tarafından da dile getirilmiştir. Türkiye’ye haksızlık edildiği tekrarla vurgulanmıştır. Fransa ve ABD vekalet yöntemleriyle Suriye kuzeyinde bir terör devleti kurmak istemiştir. Halen bu süreçte Türkiye ve Rusya bir kanatta, ABD ve diğer Avrupa ülkeleri başka taraftadır. Benzer durum Doğu Akdeniz politikalarında da görülmektedir. Türkiye’nin işaret ettiği konu budur. Fiilen bu haksız durumu yaratan Türkiye değildir.

Bilakis Türkiye NATO’da kalmak ve NATO’nun daha da güçlenmesini istemektedir. Eşit şartlarda görevini yaparsa NATO güçlü bir pakttır, caydırıcıdır ve barışın garantisidir. Ancak ortaya çıkan tablo bu klasik bakış açılarının çok ötesine geçmiş durumdadır. Uzayın, siber ve terörün bu denli kaotik, çok katmanlı ve boyutlu bir tehdit ortamı oluşturması yanı sıra bilerek Türkiye’nin bekasına kast edecek bazı girişimlerin gün yüzüne çıkmış olması, bunların müsebbibinin müttefik ülkeler olması, çok büyük bir sorundur, düşündürücüdür.

ABD ve Fransa gibi ülkeler nasıl olurlar da Türkiye’ye rağmen ve Türkiye’yi hedef alan bir planı uygulamaya alırlar? Hal böyle olunca Türkiye’nin müttefiklerine söylediği açıktır, “Müttefik gibi olun, olmayacaksanız Türkiye başının çaresine bakar!” şeklindedir. Hem NATO Fransa demek değildir, Türkiye bunu bilmektedir. Madem bu denli muhalif, Türkiye NATO’dan Fransa ayrılsın. Sorun Fransa’dır ama Türkiye bunu ifade etmez, zira NATO’da üyelik sistemi bu yaklaşıma elverişli değildir. ABD konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Washington ziyaretinde de işaret ettiği gibi, karmaşıktır, ABD’nin iç meselelerinden ileri gelen sorunlar vardır, ancak kendilerine doğrular izah edildiğinde bazı somut adımlar da atılabilecek durumdadır.

Silahlanma konusu

Genel Sekreter Stoltenberg açıkladı, üye ülkeler kendilerini savunabilmek adına silah alabilirler, Türkiye haklıdır, S-400 alımında problem yoktur. Hatta ABD dahil birçok NATO üyesi ülkede değişik gerekçelerle Rus menşeli silah sistemi vardır. Türkiye egemen bir ülke olarak savunmasını yapmak zorundadır.

NATO üyesi ülkeler Türkiye’ye füze sistemi gönderdiklerinde NATO savunma bütçelerinde harcama kalemi olarak harcamayı göstermekteler, bunu biliyor muydunuz? İtalya, İspanya veya başkaları Türkiye’ye babalarının hayrına füze sistemi göndermiyorlar! NATO görevi, savunma, ihtiyacı karşılama gibi bazı meşruiyetler üzerine müttefikler bu işe gönüllü oluyorlar. Hem harekât-eğitim görevlerini başka bir ülkede, intikal sahasında yapıyorlar hem de dolaylı yoldan yaptıkları harcamanın karşılığını NATO’dan alıyorlar. Bunun bütçesini üye ülkeler örneğin Türkiye de karşılamış oluyor. Bu iş değildir. Olması gereken ülkeler tehditlerini ve savunma ihtiyaçlarını kendileri hesaplarlar ve bağımsız bir biçimde en garantili yollarla karşılarlar. Müttefikler gerektiğinde savunmayı takviye edebilirler ve bunlar planlamalarla olur.

S-400 meselesi çok konuşuldu. Savunmada silah ailesi ve savunmanın şümullü olması prensipleri vardır. ABD’de de NATO’da da bu prensipler aynıdır. Hatta satın almalarda kaynak çeşitliliği de önemli bir konudur. Şimdi yapılması gereken egemen ülke Türkiye’ye bu konuda güvenmek ve projelerin üzerinde çalışarak sonuca varmaktır. Politik yaklaşımları teknik konularla karıştırmamak gerekir.

F-35 de bu şekilde tartışılmaktadır, ancak çözümü de bellidir. F-35 projesinde bulunan Türkiye hak ettiği ve ödemesini yaptığı uçakları almalıdır. Verilmediği taktirde F-4 uçaklarını modernize etmek adına kısa-orta vadede bir miktar savaş uçağına ihtiyacı olacaktır ve yine bunu bir proje nasıl yürütülüyorsa, açık, şeffaf, hakkaniyetle, öyle yürütecektir.

Türkiye savuma sanayiini milli ve yerli hale getirmek adına büyük bir gayretle çalışmaktadır. Bir süre daha belli tartışmalar görülecektir, örneğin 2025-2040’lardan itibaren Türkiye başka ülkelerden pek silah sistemi dahi almayacak seviyeye gelecektir. Bu durumda geçici bu sürede Türkiye’ye yakın duran, işbirliği öneren, teknoloji paylaşımı yapan ülkeler daha fazla karşılık bulacaklardır.

Doğu Akdeniz

Doğu Akdeniz’in paylaşılması ve Güney Kıbrıs’ın durumu köklü konulardır. Politika tam anlamıyla bu işin içindedir. Türkiye’ye açıkça karşı duran ülkeler ve içlerinde müttefikler vardır. AB içinde Almanya ve Fransa başta olmak üzere diğer üye ülkeler Güney Kıbrıslı Rumları kullanarak Doğu Akdeniz’de bir istikrarsızlığın sebebi olmaktadırlar. Son noktada Suriye, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Münhasır Ekonomik Bölge gibi pek çok fiili durum en az terör ve mülteci konuları kadar Türkiye’nin üzerinde durması gereken bir hal almıştır.

Türkiye bütün bu gelişmelerin takipçisi oldu. Halen sahada sismik ve sondaj faaliyetleri, deniz ve hava gücü unsurlarının desteğinde sürdürülmektedir. Bu alanda tempoyu artıracaktır. Diğer taraftan Türkiye, Libya ile birlikte çok önemli bir hamle yaparak Avrupa güneyi Akdeniz sahası ile Doğu Akdeniz havzasının arasını kuzeyden güneye kesti. Bu aslında normal bir durumdu. Doğal gerekçelerle Türkiye, Libya’nın denizden komşusudur. Ancak ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın, İsrail’in, Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Mısır’ın ve büyük hidrokarbon şirketlerinin desteğiyle, Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın çözümsüz politikalarıyla, uluslararası hukuk görmezden gelmeleriyle ve oldubittileriyle neredeyse Gordion Düğümü halini almıştır. Burada bir kılıç darbesi gerekmekteydi bu da Libya hamlesiyle yapılmış oldu.

Birleşmiş Milletler (BM) 1982 Deniz Hukuku Antlaşması ve yine BM 2004 yılı Kıt’a Sahanlığı Antlaşması Bildirimleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti ile 2011 yılı ikili Kıbrıs Adası Karasuları Antlaşması Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hukuki adımlarını atarken referansı hüviyetinde olmaktadır.

Bu konu NATO için sorun yaratmaz. Ancak ilgili devletlerin milli çıkarları ile NATO dışı devletlerin ileri sürülmeleri şeklinde bazı krizler ortaya çıkabilir. Bir ölçüde çatışmaları sürmekte olan Suriye ve Libya meselelerine bu gözle bakmak gerekir. Doğu Akdeniz’deki meseleler ile büyük ölçüde bu ülkelerdeki iç meselelerinin çözülüp çözülmemeleri konusu birlikte değerlendirilebilir. İlave olarak potansiyel haldeki Filistin ve Lübnan meselelerine bakarken konuya Doğu Akdeniz’deki kriz bölgeleri olarak bakmak gerekmektedir. Halen buralarda NATO devrede değildir.

Türkiye ve NATO

Yine de değişen konjonktür ve jeopolitik konular çerçevesinde bazı değerlendirmeleri yapmakta yarar olabilir. Bugünkü konjonktür Türkiye’den yanadır. Türkiye Pasifik eksenine örneğin Fransa’dan daha yakındır. Türkiye Pekin-Londra hattında ara noktadadır ve jeostratejik köprü hüviyetindedir. Türkiye Doğu Akdeniz’dedir, örneğin Fransa daha uzak bölgededir. Türkiye olmaksızın Doğu Akdeniz’de uygulanabilir ve kalıcı bir çözüm düşünülemez. Türkiye Rusya ile stratejik işbirliğini geliştirerek sürdürmektedir. Terörle mücadelede Türkiye gayet tecrübelidir. Küresel dengeler düşünülürse Türkiye olmaksızın NATO dahi düşünülemeyecek bir durumdan söz edilebilir. Bundan böyle Türkiye “kenar kuşak ülkesi” olmaktan çıkmış, Atlantik-Pasifik düzleminde “merkez ülke” konumunda olmuştur. Türkiye fikir olarak “Asya-Pasifik Vizyonu” konusunu da kabul etmiştir.

Sonuçta NATO’yu özetlediğim bu sebeplerle tartışanlar ABD ve Fransa başta Avrupa içindeki ülkelerdir. Türkiye çıkarcı politikalardan etkilenen durumdaki ülkedir ve Stoltenberg de bu durumu teyit etmektedir. İttifak ruhu dışında hareket edenler, bölgede ve küresel düzlemde çıkarları doğrultusunda kendilerine bir yer tutmak isteyenler, NATO’yu yapısal yönden tartışma konusu etmeye çaba sarf ederlerse, bu önemli ittifak zarar görür. İşte bu durumda yeni konjonktürde ittifaka karşı olanlar avantaj elde edebilirler. Güçlenen Pasifik, Rusya, Çin hakkında nelerin düşünülmesi gerektiği konularında ittifak etmek gerekirken durumu karıştırmak başka bir amaç gütmek oluyor ki bu durum net görülüyor. Bu şartlarda egemen ülkeler ne yaparsa Türkiye de onu yapar!

Exit mobile version