Site icon Politik Merkez

Kutuplaşma ve Demokrasi

Bugün karşımızda duran küresel kutuplaşma ve politik argüman yaratma konusunun ana öznesi demokrasi kavramıdır. ABD’nin, düşman ve potansiyel düşman tarifinde demokrasi gibi bir kavramla politikasını sürdürmeye devam ettiği görülmektedir. Küresel rekabette bu kavramın yeri ve bugüne yansıyan etkisi nedir, gelin birlikte inceleyelim.

En bilinenleriyle söyleyelim, emperyalizm, liberalizm, milliyetçilik, faşizm, komünizm, Marksizm derken, dünya Soğuk Savaş dönemine girdi. Batı dünyası Birinci Dünya Savaşı döneminde daha ziyade liberalizm, milliyetçilik ve faşizm ile meşguldü. Sonra Uzak Doğu da bundan etkilendi. Örneğin Çin kendine göre bir çıkış yolu aradı. İkinci Dünya Savaşı’na ekli Soğuk Savaş döneminde ideolojik söylemlere sosyalizm ve komünizm de ilave oldu. Bu dönemde Uzak Doğu milliyetçiliğe ve komünizme daha fazla sarıldı. 

Soğuk Savaş döneminde ABD’nin dış politikasında kamplaşmada, ötekileştirmede, rakip ve düşman olma motivasyonunda asıl tema ideolojikti. Neler vardı bunun içinde? Batı dünyasında liberal ve milliyetçi görüşler hakimdi, ama esas olarak özgürlük ve demokrasi savunuluyordu. Bu kez Batı’ya göre, karşı taraftaki, öteki, rakip, düşman, komünist ve aşırı milliyetçi konumunda olanların sahip olduğu politik değerler, “insanların özgürlüklerini kısıtlayan ve demokrasi karşıtlığı,” şeklinde tanımlanıyordu.

İki kutuplu dünya örgüsünde Batı ve Doğu Değerleri ayrımı vardı. Soğuk Savaş bitti, “Doğu’nun değerleriyenilgi aldı,” dendi. Bu kez ABD önderliğiyle Batı dünyası kendini ileri, yeni (neo), sonraki (post) açıklamalara doğru tartışma ortamına itti. Batı değerleri neoliberalizm, neoemperyalizm, postkolonyalizm gibi açıklamalarla tartışıldı. 

Bu aşamada Rusya liberal-otokratik bir yönetim tarzını seçmişti, bu şekilde sistemleşti ve güçlenmeye başladı. Çin ise komünist, milliyetçi ve otokrattı. Bu durumda Doğu’nun yenilgi alması sadece ekonomi ile alakalıydı. Net söylersek, savaşı Liberal Kapitalist Sistem kazanmıştı. Sermayenin ne şekilde kontrol edildiği bağlamında bir sistemin kazanması veya kaybetmesi söz konusu olmuştu.

Soğuk Savaş’tan sonra küreselleşme dönemi başladı. Çin’i güçlendiren yapılar Batı’dan gelen küresel sermayeye, başka bir ifadeyle söylersek, savaş kazanmış liberal kapitalist sermayeye dayalıydı. Burada neoliberal, neoemperyal, postkolonyal küresel güçler bir yandan kendini güçlendirirken, diğer yandan Çin’in ekonomik ve teknolojik yönlerden güçlenmesini sağlıyordu. Ancak Çin milli alanlarda, askeri bakımdan ve jeopolitik hedefleri yönleriyle de güçleniyordu. Bu durumda her yönden Çin’e güçlenmesi için gerekli olan şartları Batı değerleri sunmaktaydı. Bir anlamda Batı’nın küresel sermaye güçleri ile Çin ortaklık yapmıştı. Bu ortaklık neoliberalizm gereği gelişmekteydi ve gidişatın önü alınamaz haldeydi. 

Ancak ABD için Rusya gibi Çin de “düşman” idi! Çin’in ve Rusya’nın kontrol edilmesi gerekmekteydi. Kontrol etmek üzere Rusya ve Çin’de yaşayan insanlara ABD (dolayısıyla Batı dünyası) hangi farklı düşünceyi hatırlatmalıydı? Özgürlük ve demokrasi! 

Batı bu dönemde milliyetçiliğin ve otokrasilerin yaygınlaşması tehlikesini işaret etti. Bu açıklamalarda yine özgürlüklerin kısıtlandığı ve demokrasi değerlerinin aşındırıldığı işaret edildi. O halde hedef coğrafyalarda en temel yaklaşımla düşmanlık kavramı, demokrasi kavramıyla açıklanacaktı. 

Donald Trump döneminde, ki bu döneme “Trumpizm” dendi, ABD’de de demokrasiyi aşındırma eğiliminin ortaya çıktığı, değerlerin popülizme kurban edildiği ve otokrasinin geliştiği belirtildi. ABD’nin 2020 Başkanlık seçimlerinde Joe Biden rakibi olan Trump’a “otokrat” dedi. Demokrasinin asla vazgeçilemez bir değer olduğunu söylendi. ABD politik çevrelerine göre Trumpizm dünyada, popülizmin, otokrasilerilerin ve milliyetçiliğin yaygınlaşmasının sebebiydi. ABD’ye göre bu popülist, milliyetçi eğilimli ve otokrat liderler kimlerdi? Çok genel yaklaşımla, Trump ile iyi ilişkisi olan liderler bu sınıfa konmuştu ve adeta ötekileştirilmişti. 

Peki, ABD için dış politikada durum nedir? ABD’nin asıl rakipleri Rusya ve Çin olduğuna göre, Rusya ve Çin’in ortak değerlerinde “öteki” kabul edilecek bir açıklama öne çıkarılmalıydı. Liberal ekonomiyle yönetilen Rusya ve Çin, otokrasiyle yönetildiklerine göre, ABD bunlara ancak demokrasi kavramıyla karşılık vermeliydi. ABD ve Avrupa değerleri, ki yine Batı olarak karşımıza çıkmaktadır, esasen demokrasiyi savunmakla ilgilenmekte, “öteki” diyecekleri ise “demokrasiyi aşındıranlar, uygulamayanlar ve karşı olanlar” şeklinde tarif edilecekti.

Demokrat Joe Biden her ifadesinde demokrasiden bahsetmektedir. Bu politik söylem çok doğal gibi görünür, hatta buna retorik de denebilir. Ancak ABD dış politikasında, “düşman ve potansiyel düşman” diyebilecekleri ülkelere karşı doğrudan bu yaklaşımı kullanmaktadır; bu durumu değiştirir! ABD dış politikası karşı olduklarına, “Siz otokratsınız, demokrasiye karşısınız, özgürlükleri kısıtlıyorsunuz,” veya “Ben dünyada demokrasi ve özgürlük için savaşırken siz karşı tarafla işbirliği yaptınız,” diyecektir.

Bugün ABD’nin dış politika kurgusunda asıl argümanı (tekraren) demokrasi kavramıyla açıklanan biçime gelmiş görünmektedir. Bu durumda ülkeler, toplumlar ve liderler için zamanın politik ayrımı, demokrasi kavramıyla açıklanmaktadır.

Dünya kendini ABD’ye göre mi belirleyecek? Batı dünyasının baskın kültürüne bakıldığında bu sorunun pratik cevabı “evet” olmalıdır. Ancak dış politikada taşların pek oturmadığı ve çok kutuplu bir dönemde dünya yeni bir denge arayışı içindeyken, Rusya ve Çin kendilerini geliştiriyorlarken, gelişmelerini ise sahip oldukları değerleri koruyarak yapabileceklerini düşünüyorlarken, özelikle komünist Çin’in başka bir rejimi kabul etmesinin mümkün olamayacağı açıkken, Uzak Doğu kültürünün kendine has değerleri varken, salt demokrasi söylemine bakarak bir ötekileşme sürecinin kabul görmesi, buna göre politik bir dönüşümün gerçekleşmesinin beklenmesi akılcı görünmüyor. 

Diğer yandan ABD sadece demokrasi ve özgürlük diyerek yeni savaşları da kazanacak ve kendisi güçlenecektir. Bu durumda demokrasi ve özgürlük kavramları ABD’nin paylaştığı bir değer olmaktan uzaktır; üstelik politikada kullanılan kavramlar halinde sunulmaktadır. Bu şartlarda ABD’ye rağmen rakiplerin veya potansiyel rakiplerin güçlenmesi mümkün olmayacak! O zaman ortaya kolay bir tablo çıkıyor: Bir coğrafyadaki insanların arasındaki mevcut dengeyi değiştir, sonra oraya git ve de ki, “Size layık olduğunuz insani değeri vaat ediyorum!” Bu çok kolay, maliyeti düşük ve açıklaması kolay bir politik argümandır.

Bu durumda Çin, ABD ne derse desin, komünizm gereği sürdürülen otokratik yönetim anlayışından vaz geçmez. Ama ABD ne yapabilir? Demokrasi ve özgürlük kavramlarına dayanarak, Çin’in içindeki toplumları etkileyebilir. Bu bakımdan Joe Biden hedefini açıkladı bile; “Uygur Müslümanları baskı altında, Hong Kong demokrasiyi seçti, asla otokrasiye geri dönemez,” dedi. Demek ki ABD, Çin ile pek çok alanda rekabet halindeyken, bir taraftan da savunduğu politik değerleriyle düşmanlık çizgilerini derinleştirmektedir. Peki ABD’nin söyledikleri yanlış mı? Uygurlarla ilgili sorun var mı? Evet, var. Hong Kong üzerinde Komünist Parti’nin baskısı oluyor mu? Evet, oluyor. O halde doğal olarak ABD bu politik baskı yolunu derinleştirecektir. Zira kaybedeceği bir şey yokken, beraberinde, küresel rekabette bu güçlü argümanı da ileri sürmüş ve masada tutmuş olacaktır. Unutmayalım, politika böyle bir şeydir.

Şu an Joe Biden (78) yönetimi tarafından Marksist anlayışa sahip görülen Çin lideri Xi Jinping (67) mercek altına alındı. 2011’de başkan yardımcısı olan Xi’nin Çin’deki görüşmelerde, ABD ordusunun sivil kontrolü hakkında sorular sormasını, Orta Doğu’daki ayaklanmalar hakkındaki düşüncelerini paylaşması ve ünlü bir devrimci olan babası hakkında durup dururken konuşma yapmasını, bugün konu etmekteler. Başkan olduğu 2012’den bu yana Xi’nin, aşırı milliyetçi bir vizyon izlediği, kontrol arzusu ve siyasi manevra yeteneği sergilediği, Mao Zedong ile karşılaştırmalar yaparak eleştirmenleri ve potansiyel rakiplerini ezdiği, Komünist Parti’yi yeniden canlandırdığı, bugün ABD tarafından işaret edilmektedir. Xi’nin iktidarda kalma meşruiyetini kazanabileceği ve Mao’nun zaferinin yüzüncü yılı olan 2049’a kadar başkan kalabileceği, Çin’i zengin ve küresel bir güç yapabilceği düşünülmektedir. Batı dünyasında Xi Jinping’in Düşüncesi, “21. Yüzyıl Marksizmi” olarak tanımlanmaktadır. Uzmanlar ise Xi için “neootoriter” tanımını yapmaktalar.

Diğer yandan uzmanlar, ABD, Çin’i hem ortak hem de potansiyel bir tehdit olarak görmeyi öğrendi, deniyor. Tayvan’daki Çin taleplerinden dolayı ABD bir hayli sıkıntılı. ABD, Çin’in bu yöndeki gelişmesinin “yeni-sol” dünyayı inşa edeceğinden korkmakta. ABD bu tarifin devamında, “sosyalizmin kapitalizme üstünlüğü söz konusu olabilir,” demekte. ABD’li yöneticilerin endişesi şöyle: “Eğer ortada bir Çin rüyası varsa, bunu dikkate almalıyız!”

ABD diğer ülkeleri de bu gözle ayrıştıracaktır. Örneğin birine otokrat, diğerine demokrasi karşıtı, diyecektir; çıkarını sağlamak amacıyla bir ülkede yaşayan kesimi bölmeye yatırım yapacaktır, hatta insanların terörle buluşmasına bütçe ayıracaktır. Böyle örnekleri gayet iyi bilmekteyiz. Çin ise kendi hedefleri üzerinde çalışırken ve temas ettikleriyle ilişkideyken, ülkelere ve liderlere bakış tarzında, ABD ile işbirlikleri ölçüsünü dikkate alacaktır. İşte, ister istemez dünyada bir kutuplaşma alanı oluşmaktadır ve bu kutuplaşmanın ölçüsü demokrasi kavramı üzerine inşa edilmektedir.

NOT: Fikri mülkiyet hakları gereği bu bilgileri referans vererek kullanabilirsiniz.

Gürsel Tokmakoğlu

Exit mobile version