Site icon Politik Merkez

Taliban ve Küreselci Partizanlık

Bugün yaşadığımız Afganistan olayı insanlık tarihinin önemli mihenk taşlarından biri olarak hatırlanacak değerdedir. Çok yazılacak çizilecek… Askeri, diplomatik, sosyolojik, aklınıza ne gelirse bütün uzmanların didik didik ettiği ve edeceği bu olay hakkında değerlendirilmesi gereken çok ve derin noktalar var. 

Medya şu an üç önemli iş yapıyor, ilki görüntüler üzerinden haberler yapıyor, ikincisi yetkililerden bu işin nedenlerini sorguluyor ve nihayetinde olayın başka yansımalarını bulup bunları halka sunuyor. Şimdiden bazı uzmanların kitap yazma ve akademisyenlerin bilimsel çalışma yapma faaliyetleri ise başladı bile. Bunların hepsiyle beraber tekraren sorgulayacağız, ne oldu, diye. 

Ne oldu? Olanlar sadece Afganistan’daki insanlar veya bir ülke ile ilgili değildir. Tarihi, politik, stratejik, küresel, ekonomik, sosyolojik, aklınıza ne gelirse hepsiyle ilgilidir. Örneğin konu Amerika Birleşik Devletleri (ABD) sistemi, ABD iç politikası, liberal demokrasi, Joe Biden yönetimi ile yakından ilgilidir. Öte yandan Birleşmiş Milletler (BM), Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), Hükümet Dışı Organizasyonlar (NGO) ile doğrudan ilgilidir. Bu kurumsal yapılar Afganistan meselesinin tam da içindeydiler. Şimdi neredeler, belli değil. Büyükelçilikler, diplomasi, savaş, kurtarma, tahliye, göç meseleleri gibi önemli konular var. Hatta Taliban’dan ileri gelen yaklaşımlarla terörizm, radikalizm, şeriat yönetimi, cihatçılık, mezhepçilik, aydınlanmadan uzak kalmak, gibi konular var. Bunların hepsi tartışılan ve daha da tartışılmaya gebe konulardır. Yani konu 80 bin kişilik silahlı Taliban gücünün 300 bin kişilik (basitçe) ABD destekli Afganistan devlet güçlerinin alt etmesi ve domino etkisiyle 11 günde ülke yönetiminin ele geçirilmesiyle anlatılanların ötesindedir. Yani konu Afganistan ordusu neden çöktü, diye sorup cevaplanmaktan daha da ilerilerdedir.

İmparatorluklar Mezarlığı adını takmışlar Afganistan’a… Zor bir yer. Afganistan İngilizlerden kurtuldu ve kendine göre bir süreç başlatarak bağımsız devlet olarak yamanın yollarını aradı. Ama unutulmasın, Peştunların yaşadığı topraklar (veya dağlık bölge) yarı yarıya İngilizler tarafından bölücü anlayışla çizildi. Yetmişlerde Afganistan kısmen toparlanmış haldeydi. Afganistan, Halkın Demokratik Partisi’nin güçlü Komünist Parti’nin birkaç yıl iktidarda kalmayı başardığı bir ülke konumundaydı. Daha sonra bu ülkenin davası, komünist iktidarı yıkmak ve hatta tam on yıl (1979-89) süren Sovyet işgaline karşı mücadele etmek, gerekirse bu uğurda “köktendinci” olmayı dahi göze almak oldu.

Bu kısma daha yakından bakılırsa, Batı yanlısı Pakistan’da sürdürülen faaliyetlerle Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı’nın (CIA) başlattığı “dine dayalı mukavemet teşkilatı” kurma faaliyetini iyi anlamamız gerekir. ABD bu fikre Vietnam deneyiminden itibaren sahipti. Askeri literatürle ifade edilirse, Peştunlar (Afganistan’da nüfusun yüzde 42’si, yaklaşık 16 milyon, Pakistan’da nüfusun yüzde 15’i, 36 milyondur,) bu dönemde, Asimetrik Savaş, Gerilla Savaşı, Ayaklanmalara veya İsyana Karşı Koyma, Vekalet Savaşı gibi mukavemet yöntemlerinin deneyim yeri oldu.

ABD belirgin olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) karşı, kısaca, dini (İslamı) politik aparat haline dönüştürerek halkı komünistlere (Leninist, Maoist, gibi) karşı ayaklandırmak stratejisi, olarak açıklanabilecek, Carter Doktrini (Jimmy Carter, Başkanlık dönemi 1977-81) ile bir süreç başlattı. Yeşil Kuşak’tan bahsediyorum. Orta Doğu petrolleriyle olandan değil. (Bu dönemde yaşadıklarımızı anlamak adına; Carter öncesi ve Carter sonrası, diye bakmak yanlış olmaz.)

Salt sosyolojik bir okuma yapanların bir eksiği olmaktadır. Şöyle ki, bu stratejik, askeri ve politik somutluktaki gerçek yönleri olan meseleyi salt radikalizm, köktendincilik, inanç, vs. olarak açıklamak eksiktir. Ama eksik de olsa bu tür fikirler, başka perspektifteki düşünceleri hesaba katmak adına bizlere birtakım ipuçları verebilirler. En azında askeri-çatışma konularına ve terörizm tanımlamalarına bakarken bu değerlendirmelerden yararlanmak mümkün olabilmektedir.

Şöyle bir sonuç çıkıyor, dini eksenli gruplar baskın bir inanç bağlamıyla mücadele ederlerken, sabırlı oluyorlar, dava uğrunda ölmeyi kutsal bir ödev biliyorlar, yaralanmayı savaşta engel görmüyorlar… Bu gibi özelliklerle, örneğin Taliban gibi bir örgütün savaşçıları, düzenli ordu mantığı ile eğitilen askerlere göre bazı avantajlara sahip oluyor gözükmektedirler. Hatta, “Taliban örgütünün en tepesindekilerin savaşçılarını canlı bomba yaparak eylem gerçekleştirebilmelerinde hiç mi hiç endişeli değiller,” denmektedir. Batılı düşünce sahipleri şöyle bir önermede bulunuyor; bu tarz asimetrik tehditlerin üstünlükleri bizim kinetik silahlarımızı dahi etkisiz kılıyor!

Çatışmaların ekosistemini (ortamını) düzenleyenlerin bir diğer düşüncesi de yeteri kadar istismar edilebilir bir düzensizlik, istikrarsızlık, kaotik şartlar, değer yitirmesi (yolsuzluk, yoksunluk, yoksulluk, gerçekliklerle ve yaşamla davalık olmak…) halini var etmektir.

On halde çatışmanın mimarları, ortam ile savaşacakları bir şekilde düzenleyerek devreye koyarlar. Bu uzun süre alır, ama böyledir. İstihbarat servislerinin uzun yıllar dantel gibi işlediği düzenlemelerde bunlar vardır.

Konuya salt inanç bağlamında bakılırsa “İslami Terör” (IS) veya işin içine bölgesel bir isim katarak ifade edilirse, “Irak-Şam İslam Devleti” (ISIS) benzeri konular çıkarılmaktadır. ABD’nin terör kategorisine aldığı Taliban’a da “İslam Emirliği” olarak bir betimleme yapılmaktadır. Taliban, Vahabi ve Selefi karışımı inanca sahiptir. Şeriat devleti kuracağını ifade etmektedir.

Bir sosyolog her tanıma ayrı ayrı bakarak kendi alanında açıklama yapmaktadır, ama bunu okuyanlar konudan yanlış etkilenebilmektedirler. Örneğin ayrı ayrı ifadeler olarak düşünün, “terörizm var, İslami köktendincilik var, cihatçılık var, yasadışı ve yolsuzluk konuları var…” şeklinde yapılan açıklamalar için “evet var, ama bu meselenin bütününü açıklamıyor,” dememiz gerekmektedir, zira politika, strateji, askeri yöntemler, çatışma ve mücadele biçimleri işin içindedir.

Taliban ile ortaya çıkan uluslararası, politik, diplomatik tabloya bakın: “Şeriat devleti, eşittir, terörizm! ABD’nin boşalttığı alana Taliban yerleşti. ABD’nin eksikliğini hep beraber, uluslararası toplum olarak kapatmalıyız. Bunun için Afganistan’ı yönetmeye en büyük aday bu örgüt, o halde Taliban da değişsin. Taliban’ı tanımamız için önce yumuşamalıdır. Yumuşarsa kabul ederiz…”

Bu tür bir düşünceye, “değerlerin erozyonu” gözüyle bakıyorum: Din ve inançların erozyonu, uluslararası sistemin politikalarının erozyonu… İlk konudan ortaya çıkan İslamofobi gibi etkiler var. Ama uluslararası sistemin politikalarındaki erozyon tam da gerçek yaşamımıza dair belirsizlikleri ve bu manada hesaplarımızı ilgilendirir yeni bir durum olmaktadır. İşin kötüsü olanlara köklü açılardan bakmayan sosyologların bu alanda bir önerileri ortaya çıkmıyor, onlar yaklaşık olarak (örneğin) kapitaliz-komünizm, liberalizm-muhafazakârlık veya tamamen ideoloji tartışması yaparak konuyu yeterince ele aldıklarını düşünüyorlar. Eleştiri bu noktada başlıyor: Açıklayamadığımız ve işin içinde korkunun elemine edilemediği bu yeni şartlarda, insanlığın güvenlik ve refah örgüsünü nasıl garanti altına alabileceğiz? Septik yaklaşalım, eğer bu konu bir plan dahilinde bu noktaya getirildi ise insanlık için asıl tehdit ne, bunu hep beraber ele almamız gerekiyor.

Aradığım şey küresel değişimin parametreleridir. Acaba, tam da bu zamanda, insanlık için asıl değişen nedir? 

Örneğin, Taliban, Afganistan halkı, Kabil, Kabil Hava Alanı, konulu medyada sürekli “gerçek” görüntüler paylaşılmaktadır. İlginçtir, bunların hepsi ibretliktir, değil Afganistan’ı, Amerika’yı ve politikayı, insanlığı derinden sorgulatır türdendir. Afganistan’da sergilenen kaosun ve dramın görüntülerini on yıllarca hafızalarımızda tutacak ve konuşacağız. Ancak bu yaşananları veya tanık olduklarımızı “küresel değişim” bahsi içinde “yeni normalleşme” kapsamında düşünürsek (yeni normalleşme ifadesini Covid-19 ile mücadele sürecinde çok fazla konuşmuştuk, burada olduğu gibi başka küresel etkileşimler için de kullanabiliriz), bu ibretlik görüntüler “kanıksanacak” ve insanlık tarihi adına “asıl kötü” bu olacaktır. İşte bu değişimin betimlenmesini yaparken sosyologların söyleyecekleri önemlidir.

Sanırım anlatmakta güçlük çektiğimiz şey, tarihi-politik konu çerçevesinde “partizanlık-hakikat” paradoksunun anlamlandırılmasıdır. Bugün “küreselcilik” diye tanımladığımız ve bütün dünyayı bir dönüşüme tabi tutma eğilimi olan akımın yeterince anlaşılmasına her açıdan bir çaba sarf etmediğimizi temel kritik olarak yapabiliriz. Burada küreselcilik bir partizanlık olarak okunursa, bunun yeni hakikatleri çerçevesinde neleri görmemiz, tanımlamamız veya eğer direnç gösterilecekse neye karşı olduğumuzu bilmemiz gerekecektir, soru budur.

Sosyolog Slavoj Zizek’in bir makalesi var (Independent, 19 Ağustos 2021): “Taliban’ın Afganistan’ı bu kadar çabuk geri almasının gerçek nedeni,” başlıklı makale haber yapıldı. Burada Zizek, tarihsel-politik eleştirel açıklamalarda bulunuyor: “Küresel kapitalizmin zaferi sonrası, bahse konu kolektif katılım ruhu bastırıldı ve şimdi bu bastırılmış duruş köktendincilik kisvesinde geri dönüyor gibi. Bastırılanın, kolektif özgürleştirici katılıma uygun biçiminde dönüşünü hayal edebilir miyiz? Kesinlikle. Sadece hayal etmemizle kalmıyor, kapılarımızı da büyük bir güçle çalıyor. Yalnızca küresel ısınma felaketini ele alalım: Alıştığımız birçok zevkten fedakarlık ederek kendi şehitlik biçimlerini talep edecek geniş çaplı kolektif eylemler çağrısında bulunuyor. Yaşam tarzımızı gerçekten bütünüyle değiştirmek istiyorsak, zevkleri kendi kullanımımıza odaklı bireyci benlik kaygısının yerini terk etmesi gerekecektir. Bunu uzman bilim tek başına yapamayacak: En derin kolektif taahhüde dayanan bir bilim gerekli. Taliban’a cevabımız bu olmalı.

Zizek, küreselcilik adına büyük değişimi açıklarken, bir tarafa Batı dünyasının bastırılmış, pasifize edilmiş, normalleştirilmiş “küçük şeylerden haz alan dağınık birey”, “liberal birey” veya “evrensel bağımlı birey” karakteri koyuyor; diğer tarafa ise tıpkı Marksist tecrübesindeki sınıf mücadelesi veren birey gibi, “kolektif katılımcı” ve “köktendinci” Taliban’ın “özgürleştirici ruhu”nu koyuyor. 

Öyleyse soruyu sosyo-politik bakımdan şu şekilde sorabiliriz: Küreselci partizan yaklaşım kolektif katılımcıların önde olacağı bir değişimi hızlandırmak için köktendinci çatışmaları ve burada ortaya çıkan ibretlik tecrübeyi mi kullanıyor?

Diğer taraftan küresel sermayenin insansı robot üretme projesine başlayacağı haberini alıyoruz. Paradoks burada: Tam Kabil’de insalık bitti mi derken, küresel partizan düşüncedekiler, “size ihtiyacım yok” dercesine bir girişimi açıklıyor.

Evet, birey olarak, hatta orta sınıf birey olarak bizleri derinden korkutan, endişelendiren konu budur; değişim oluyor ve bizler çoğunlukta olduğumuz ve dünyada yapılan önemli işleri omuzladığımız halde söz sahibi olamıyoruz, önümüze konan yemeği yemekle yetiniyoruz. Joe Biden ile küresellik bağlamında önemli değişimlerin olabileceğini son ABD Başkanlık seçimleri öncesi ve sonrasında konuştuk, yazdık, ama bu denli köklü meselelerle yüzleşeceğimizi düşünmedik. Akılalmaz değişimler ve yeni tür hazmetme süreçleri içindeyiz.

NOT: Fikri mülkiyet hakları gereği bu bilgileri referans vererek kullanabilirsiniz.

Gürsel Tokmakoğlu

Exit mobile version