Site icon Politik Merkez

Türkiye Cumhuriyeti Açısından İleri Demokrasinin Gerekçeleri

turkiye-cumhuriyeti-acisindan-ileri-demokrasinin-gerekceleri

Türkiye Cumhuriyeti Açısından İleri Demokrasinin Gerekçeleri

Tarihin gösterdikleri ve yaşanmışlıklar elbette yok sayılamaz; dekorlar, insanlıkla ilgili olan konular, medeniyet ve kazanılmış değerler… Tarihten dersler çıkartılır ve bu dersler ileriye gitmenin çabası içinde kullanılmalıdır. İnsanlar dününü ve bugününü bir bütünlük içinde görüyor. Ama daha ilerilere aldığı derslerle bakıyor.

Düşünceler

“İleri demokrasinin gerekçeleri” için Türkiye özelinde dikkate alınması gereken; din istismarı; ülke, devlet, millet istismarı; politika, ileri demokrasi ve küresel değerler; bütünsellik hakkındaki düşüncelerimi aşağıya listeledim. Ele aldığım konulara göre bu düşüncelerimi uygun bir akışla yazı içinde doğrulamaya çalışacağım, dolayısıyla gerekçelerimi daha ayrıntılı bir şekilde açıklamış olacağım.

Kısım-1: Din istismarı

İnanç

“Din” sözcüğü Kur’an’a göre iki anlam taşır: Birincisi “kainatın kuralları ve kanunları” bağlamında çok geniş bir açıklamadır ve Samanyolu da dahil tüm evreni içine alır. İkinci anlamı ise “inanç” demektir. Kim neye inanmak isterse öyle karar verir, kalben tasdiktir, kabuldür, seçimdir. Bir Yaratan’a inanmamaya dahi inanılabilir, kendince Yaratan tasvirleri yapıp buna yönelenler olabilir… Bu hep böyle olmuştur. Çünkü bu noktada insanın bireysel akli ve kalbi yaklaşımı esastır. Dini bakış açısıyla kitaplar ve peygamber sapkınlıkları doğru yola getirmek ve hatırlatıcı olmak içindir. İnsan verdiği inanç kararından dolayı önce kendine karşı sorumludur. Bu nedenle kimse kimseye zulüm yapamaz.

Kur’an’a göre dinin özel ismi İslam’dır. Dinin ilk anlamı çerçevesinde İslam’ı kapsayıcı şekilde anlamak mümkünken, ikinci anlamından yola çıkarak bir inanç türü şekline indirgemek insanın düşüncesinde olan bir şeydir. Kur’an her ikisini de açıklar.

İslam’ı insan ölçeğinde ve inanç bağlamında yaşantılarına, politikalarına ve sosyalleşmelerine konu edenler bir tür mücadeleden söz ederler; benimki seninki diye. Daha ileri gidenler kökleri çok gerilerden getirilen bazı kutsal savaşlara konu olmak isterler. Sen-ben yapanlardan biri diğerinin inancını kullanan olabilir. Bunlar insanın düşüncesinden ileri gelen bir şeydir.

En azından bir kimsenin veya kurumun, ki devlet de bir kurumdur, Birleşmiş Milletler de, başkasının inancına, İslam’ın kapsayıcı tanımını gözardı etse bile, sadece başkasına saygılı olduğundan dolayı din üzerinden sorun yaratmamalı ve dini istismar aracı yapmamalıdır. Bu her türlü politik düşünceyle teminat altına alınan bir düşünce olmalıdır.

İslam’ı terörle, düşmanlıkla, çarpık yaşantıyla, insanlığı geriye götüren türden bir anlayışa bağdaştıran teoriler, tezler ve uluslararası ilişkiler tanımları insanlığa yarar getirmez.

“Geçmişte başka tehdit algıları vardı, bugünün tehdit algısı da budur!” diyen politikalar insanlığı ileriye taşımaz, huzur vermez; sadece belli odakların veya güçlerin işlerine yarar.

Kaldı ki “İslam” kelimesinin kök (silm) anlamı “barış ve esenlik” demektir. Bu barış anlamını görmezden gelerek insanlığa bir tür fırsatçı ilerleme yolları kurgulayanlar, yine cahil ve insanlık ülküsünü anlayamamış zavallıları kullanıyorlar.

Din siyaset üstüdür. Bir inanç bağlamında bakıldığında din, varlık ile Yaratan’ı arasındaki bir ilişkidir. Din başka işlere karıştırılmamalıdır; “İslam-cılık, Pan-İslam-izm” peşinde koşanlar önce bunu idrak etmelidirler. Bu tezleri ortaya atanlar b. Bir kez daha düşünmelidirler. Bugün Orta Çağ Avrupası’nda değiliz, değil mi?

Binyılcılar

Bugün İsa’dan önceki tarihlerde değiliz, Hz. İsa sonrası Kudüs’te de yaşamıyoruz.

Müslümanların dahili aklı çerçevesinde bakılırsa, “ileri demokrasiye” en önemli engel “Darül Harp” düşüncesi ve buna bağlı geliştirilen “Pan-İslamizm” ve “İslamcılıktır”.

Emevi ve Abbasi dönemi “kızışma” dönemleri içinde bu tür fikirler vardır ama bunlar “sapkın” düşüncelerle birleştirilmiş fikirlerin devamıdır. Sapkın fikirlerin aslı Hz. Muhammed’den önceye giden, hatta Hz. İsa’nın gökten tekrar inerek dünyayı kurtaracağı “Armegedon” denen bir büyük kutsal savaş hikayesine dayanır. Yahudi ve Hıristiyan köktendincileri bu tür sapkın düşünceleri tarih sahnesinde özellikle canlı tutmak niyetinde olabilirler. Eğer birileri bu sapkınlıkları sorun ederse kendisi de sapkın olur. Sapkınlıklar bir yana denir ve olması gereken yolda ilerlenirse bu fikirler alıcı bulamaz ve belki de kaybolur. Sapkınlıklar alıcı buluyorsa bunların üreticileri için şu faraziye önemsenir; dünyayı yönetme isteklerinin tabanında bu tür bilinç yüklemeleri vardır.

Kur’an böyle sapkınlıkları men eder, İslam’ın kök anlamı barışçıdır, çatışma içerikli Kur’an Surelerinin tümü incelendiğinde “barış, nefsi müdafaa ve savunma” fikrinin ve yönteminin ne denli ön planda olduğu görülecektir. Hz. Muhammed buna örnek bir kişiliktir ve yapıp ettikleri buna dahildir. Eğer Hz. Muhammed Darül Harpçi olsaydı Medine Mutabakatı’nı ortaya atmaz, Yahudilerle ve Hıristiyanlarla kardeş gibi geçinme yolunu seçmezdi. O, ne zaman ki bu tür anlaşmalara karşı açık ve sinsi hareket içinde olanları gördü, onlara “caydırıcı” olacak türden yöntemlere başvurdu. Kaldı ki döneminde bölgesinde en güçlü olan devlet, idare ettiği devletti.

Batı camiası Haçlı Savaşları’ndan bu yana Müslümanlara dini ön plana koyarak bir savaş gerçekleştirmedi. Savaşını o günden bu yana başka alanları ön plana çıkararak yaptı. Bunlar diplomasi, politika, sömürgecilik, maddi çıkar, ticaret, finans, bilim ve teknoloji ve hatta hukuk gibi değişik alanlarda gerçekleşti.

Örneğin İngiltere I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya ait olan Arap Yarımadasına Protestanlığı yaymak için değil, yeraltı kaynaklarını ve dünya ticaretini ele geçirmek için geldi. Amaç jeo-politik ve jeo-stratejik meseleler idi.

Bugün de Amerika Irak’a Evanjelizmin sebeplerini öne çıkararak girmedi. Birilerinin aklının geri planında bu gibi hususların olup olmadığı çok başka bir tartışmadır. Ama asıl olan şu, bugün Amerika devasa bir sistemdir ve ön planda olan somut hususlar; çıkarlar, strateji, enerji politikaları, yeni dünyanın diğer yarısını da serbest piyasa ekonomisine dahil etmek gibi pek çok konuyu öne çıkartır.

Aynı Amerika için başka örnek verelim. “11 Eylül” gibi bir travma yaşarsa ve sebebi her ne olursa olsun, bunu yapanlar kendilerine “Müslümanım” derse, o vakit Amerika yapılan işin adına “İslami terör” demekten hiç kaçmaz. Eğer IŞİD kendisini “İslami Devlet” diye tanımlarsa, Amerika bu tanımı kendi amaçları için kullanmayı bir din savaşı olarak görmeden, dolaylı olarak İslam’ı küçümseyecek bir yaklaşıma girip girmediği de ikinci plandayken, asıl haliyle, Orta Doğu’nun jeo-politik ve jeo-stratejik önemine bağlı olarak dikkate alır.

“Amerika İslam kelimesine terör anlamını ekledi, bizi düşman belledi, mazlumlar hep ezildi…” denmesinden dolayı alınganlık göstermek de niye? Bir abesle iştigal aranıyorsa, ilk İslam’ı kullanarak kendilerine bir konum ve çıkar elde etmeye çabalayanlara bakmak gerekir. Önemli olan buna elverişli imkanları Müslümanların başkalarına vermeyecek bir akılda hareket etmeleridir. Müslümanların kendisi, “Bu İslam terörüdür,” diyor, daha ne olsun?

Öyleyse Batı dini sebeplerle saldırmıyor; Müslümanlar dini kendilerine dert edecek düzeyde kullanılan taraf oluyorlar. Bakın! Kendine Müslüman diyen bir kesim, sanki kendi bilinçaltlarındaki bir kutsal savaşı yaşayarak tatmin oluyorlar.

Bunu Silikon Vadisi ve Hollywood şöyle önemsiyor: Para kazanacak eğlence ürünleri ve insanların eline tutuşturulacak akıllı gereçleri geliştiriyorlar. Kim kazanıyor? Kazanan Washington veya Londra ise diplomaside somut sonuçları ileri sürüyor. Harvard uluslararası ilişkilerde doktora öğrencilerine bunu inceleyecek ödevler veriyor. Bu işin aynı zamanda bir sapkın kültürü gelişiyor ve diğer insanlar bunu bilip konuşuyor.

Aynı bakışla, “ılımlı” veya “sert” türden, başkalarının İslam’ı kullanmak suretiyle ileri çıkan adımları sadece Müslümanlığa zarar verir, bundan ne Yahudi ne de Hıristiyan etkilenir.

Kaldı ki neden böyle “kutsal” bir savaş en önemli mücadele alanı olarak görülür? Bu kime yarar? Sebebi yine eski bir konudan ileri gelir. “Binyılcı” (Millennialism) görüş sahipleri , Armegedon Savaşı’nın tarafları, Evanjelistler’e karşı cephe alan Darül Harpçiler… Bu nasıl bir iştir? Örneğin Milatta Sonra 600’lere kadar şimdi taraf olan Darül Harpçiler neredeydiler acaba? O tarihlerde bu savaşın bir tarafı pagan Romalılar mıydı? Şimdi Romalılarla Müslümanlar yer mi değiştirdiler? Halen Müslümanlar neden böylesi bir oyuna geliyorlar?

Halen, “Dünyada amansız ve gizli bir harp var ve biz onun savaşçılarıyız…” diye düşünen insanlar var, buna hastalık derecesinde inananlar var… Bugün bu tür konuları birkaç yerde bulabiliyoruz. Saptırılmış kutsal metinler içinde, romanlarda ve söylediğim gibi Hollywood filmlerinde bulabiliyoruz. Kur’an’da böyle bir bilgi, ima bile yok. Peki, Müslümanı kim böyle bir savaşa soktu öyleyse? Müslümanların dışındakiler savaşı kan akıtmadan, yumuşak şekilde yapıyorlar, bunu anlayamayanlar mı var? Saldıran da, savunan da; ölen de, öldüren de Müslüman. Nasıl bir savaş bu?

Böyle yaklaşımlara, “Biz onlardan değiliz, ılımlıyız, bizim tarikat – örneğin – eğitime önem verir,” diyenler çıkıyor. İyi de bu eğitimi alanlar neden bir başka dinden olanı “diğerleri” şeklinde görüyorlar, “insan ama yola getirilmesi gereken düşman…” diyorlar? Hem böyle bir ayrı eğitime ne gerek var? Batı’nın eğitimi kötü mü, bilim dışı mı, evreni ve içindekileri mi yok sayıyor?.. O halde Müslüman elitler neden çocuklarını tonla ücret ödemek suretiyle Batı’nın okullarına gönderiyorlar? Yoksa çocuklarını Batı okullarına gönderenler “İslamcılık” davaları için ajan mı yetiştiriyorlar? Şaka bile olamayacak bir yaklaşım bu. O zaman soralım: Ne kadar samimi bu farklı gösterme çalışmaları? “Ben de kendi toplumum içinde ikili oynamak zorundayım, hoşgörün beni,” deseler daha samimi olacaklar!

Ama öyle olmuyor! Mitomani gibi bir şey bu. İnsanlar gece gündüz aynı fikirlerle yatıp kalkınca olmayanı bile gerçek zannetmeye başlıyorlar; sapkınlıklara ve kendi yalanına inanıyorlar. Sonuçta bilinçaltı başka bir kurgunun esiri oluveriyor.

Bakın yine birey içinde gerçekleşen bir hadiseden bahsetmiş olduk. Demek ki belli bir kesim aynı kültürü ve adetleri birbirlerine aktarıyor ve hastalık bu yolla yayılıyor. Toplum başka bir güdülenme biçimine dahil olabiliyor. Artık kendi kendini ötekileştirmiş oluyor.

Halbuki ileri demokrasi için başka bir eğitime değil, bilimsel tabanı olan eğitime ihtiyaç vardır. Sapkın fikirlerle bir yere varılamaz. Bilinçaltı sapkınlıklarından ve bu işlere yem olmaktan ancak “normal” düşünen akıllar kurtulabilirler. “İslamcı” deyip bir yere varılamaz. İslam’ı yaşamak savaş kazanarak olmaz; barışa çağırmak, insanlık ülküsünü yüceltmekle olur; Müslüman bu tür bir ülküye hizmet edendir ve bu zor değildir? “Güzel ahlak” ifadesinden anlaşılması gereken bu değil midir?

Kısım-2: Ülke, Millet ve Devlet

“Türkiye” nedir?

Osmanlı döneminin sonları çok zor geçti.

Çok gerilere, kavimler göçlerine, İskandinav veya Orta Avrupa topraklarına gelen göçmen kavimlere değinmeyeceğim, Yenisey Irmağı civarına, Orhun Kitabelerine gitmeyeceğim, örneğin Cizvitlerin gezi notlarında neler yazdıklarına da değinmeyeceğim. “Türk Devleti” tanımı Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra oluşturulmadı, Osmanlı zamanından itibaren var idi, bu noktada sadece bunu söyleyeceğim.

İşgal edilen topraklardan Anadolu’ya dönen Osmanlı muhacir halkları haliyle Türkleştiler. Yapay bir tanım değil, “Türkleşmek” doğal anlamda gerçekleşti. Histograflar bunu 1699 Karlofça Anlaşması ile belirginleştirirler. Örneğin Giritliler, Kıbrıslılar, Bosnalılar, Arnavutlar, Pomaklar, Müslüman Sırplar (Goraniler, Torbeşler), Kafkas Halkları bu şekildedir. Bugün dahi bu insanlar “Türkleşmek” kavramına karşı olmamışlardır.

Buna karşılık “Türkiyelilik” tanımı doğal değil, yapaydır. Konjonktürel zorlamalara göre üretilmiştir, gerek de yoktur.

Konu Türk olmaktır. Kendine soyadı kanunu ile Millet Meclisi’nin verdiği isimle analım, Atatürk burada “doğal” gelişen bu kavramı dile getirmiştir, Türk ve Türkleşmek kavramları yapay değildir.

Osmanlı döneminin sonlarındaki “Türkçülük, Osmanlıcılık ve İslamcılık” konuları birer arayıştır, dara düşmüş veya düşürülmüş bir milletin kendini bulma eğilimleridir; bunlar yok sayılamaz ama Türkiye Cumhuriyeti’nin temel mantığı içinde “Türk olmak” ve “Türkleşmek” vardır.

Nasıl “Pan-Türkizm” bir akım ise “Pan-Ermenizm” ve “Pan-Kürdizm” de bir akımdır, bunlar yanlış düşüncelere sebep olabilir. Örneğin birileri “mikro-milliyetçilik” der, diğeri “kafatasçı” veya “faşist görüş” der.

“Köken” ayrı bir kavramdır; örneğin Türk, Kürt, Ermeni, Germen, Anglo-Sakson veya Latin kökenli olmak başka şeylerdir. Ama bütün bu etnik yapılar, örneğin bugün Amerika’da yaşarlar ve kanunen “Amerikalı” olmayı kabul etmişlerdir. Yine de bu konu her devlet için tarihi süreçlerden dolayı farklı yankılar verir.

Örneğin burada “oralı olmak” ile “Amerikalı olmak” aynı düşüncelerden ileri gelir. Amerika bir yer ismidir, Anadolu gibi. “Türkiyeli” olmak ise başka bir şeydir. “Anadolulu, Trakyalı, Mezopotamyalı, Kafkasyalı…” diyebilirsiniz ama “Türkiyeli” diyemezsiniz. Atatürk tarafından ve devletin kurucu kanunlarına girdiği üzere; döneminde ve coğrafyasında “Türk” bir kültürel kimliktir. Bu Türk kültürü içinde; ırklar, mezhepler, dinler, değişik toplumlar, tarihsel yaşanmışlıklar, gelenekleşmiş değerler, iç içe geçmiş ilişkiler ve çıkarlar vardır. “Doğal” olarak, bütün bu yüklenen değerleriyle tarihsel süreçte “Türkleşmiş” bir üst toplumu görmezden gelmek yanlış olur. Elbette bunun altında başka alt kimlikler vardır. Bu kesimi kendine başkalık ifade eden şekilde görüp de, yani karşı karşıya koyarak; “Nerelisin?” “Oralıyım, Türkiyeli…” diyenleri kabullenmek söz konusu olmaz.

Şöyle düşünülüyor olsa gerek: “Ben aslen bu topraklarda yaşamış, eski bir kavim olan Pontusluyum, asırlar önce atalarım kendi rızalarıyla veya şartlar gereği Türkleşmişler, hatta Müslüman olmuşlar, şimdi kendime Türk desem aslımı inkar etmiş olurum herhalde, o halde başka bir şey diyeyim…” Örneğin bu ülkenin kurucusu oldukları halde bu gibi düşünenler bir arayışa girerler; “Osmanlıyım, Rumum ve Yunanlıyım” diye kendilerine farklılık yaratmayı isteyebilirler.

Böyle düşünceler nasıl gelişir? Birincisi, sürekli bunu düşünmüş ve biraz duygusal hislerle bu bir bireysel seçim olabilir; ikincisi, başkalarının (ki bu başkaları mahalleli, hemşeri, aşiret, dış memlekette okumuş bir aile ferdi, bir dost, hatta dış ülkeden bir kurum…) etkisiyle gelişebilir; üçüncüsü ise belli bir sistemden zarar gördüğünü düşünerek veya tam tersine belli bir çıkarı daha kolay elde edebilmek amacıyla örgütlü veya değil, bu düşünceyi geliştirebilir. Bu sebeplerin bazıları masumdur, bazıları ise içinde kasıt olan türdendir.

Tepkisel konuya bir nebze değinelim. Örneğin Türkiye’de Osmanlı sistemi içinde Arap ve Kürt bölgeleri daha çok aşiretler halindeki bir kültürel yapı ifade ediyorlardı. Buna başka bir ifade ile feodal yapı demeliyiz. Türkiye’yi kuranlara “eşraf” da dendiği olmuştur. Kurucu kesim Meclise de mebus gönderenler idi, bizzat düşmanı topraklardan atan silahlı halk ayaklanmasını örgütleyenler de… Eşrafın Doğu ve Güney coğrafyalardaki karşılıkları bir kısmıyla ağalardır. “Ağalık” sistemi bir başka feodal uzantı ile “şeyhlik-şıhlık” kurumları ile desteklenmekte idi. Atatürk’ün önderliğinde bu kesimler birlikte çarpıştılar, ülke Türkiye Cumhuriyeti Devleti oldu.

Atatürk döneminde feodal düzene doğrudan baskı uygulamadı. Bu feodaller bir kısmıyla yenilikleri kabul etti, bir kısmı ise kendi satıp-alabildikleri topraklardaki insanları da satıp-aldılar, değişmediler. Buna ekonomik terminoloji ile “sömürücü düzen” de denebilir. Bu zamanla çıkarlar gereği başka sonuçlara sebep oldu. Örneğin devlete isyanlar oldu, bastırıldı veya bastırılmaya çalışıldı; ama feodal yapı tamamen değiştirilmedi. Bundan milletin her bir ferdi zarar gördü. Şimdi bu feodal kalıntıları yok gören, asıl sömürücü yapıları kültür düşüncesiyle içselleştirenler devleti suçluyorlarsa, bir daha düşünmelidirler. Zamanın içinde yetkililer açısından önlerine gelen iki taraflı açmazlar yok sayılamaz. Bunu topyekûn ve kucaklayıcı bir bakışla yargılamak gerekir. Suçlanacak ise; önce sorumlular insanı satıp-alabilenlere bakarak bu töresel kuralı ele alıp onarmalıdırlar.

Başka bir örnek üzerinde duralım: “Aslen Kürdüm, atalarım asırlardır bu topraklarda yaşamış, hatta bu devleti kuranlardan olmuş, bugün Türk Devleti zaten bir bütünlük ifade eden kavramdır, sağa sola tepkisel nedenlerle çekenler olsa da bir ırkçılık ifade etmez, ayrıca kanunlarımızda Amerika’daki gibi bir vatandaşlık yemini yok, olsa da istemem, çünkü Amerika yeminini bozanı kapısının önüne koyabilir, ben bu toprakları kendi yurdum görürüm, kader birliğimiz, yaşanmışlıklarımız, ortak değerlerimiz ve ideallerimiz var, buraya sonradan göçle gelmedik, kendimi kaynaştığım insanlardan ayrı tutmam, bu nedenle bir politika gereği bile olsa kendi kendimi diğer kardeşlerimden ötekileştirmem, elbette etnik kimliğim Kürt ama aynı zamanda doğaldır ki Türkiye Cumhuriyeti’nin öz vatandaşıyım,” dense ne olur?

Atatürk şöyle demiş: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halklara Türk denir…” açıklaması çok temeldir ve kapsayıcıdır. Bu yanlış mı?

Karşılaştırma için başka bir örnek yazalım: “Kürdüm, atalarım asırlardır bu topraklarda yaşamış, hatta bu devleti kuranlardan olmuş, bugün Türk Devleti bizi ikinci sınıf (!) görüyor, bizde töre var, ağalık var ama devlet bizi ezmiş, Türklük ırkçılıktır, birleştirici bir kavram değildir, ben de buna karşı Kürtçülük yapacağım, şimdi devlet yeni bir anayasa yazdı, kanunlarına Amerika’daki gibi bir vatandaşlık yemini koydu, bize özerklik verdi, özerk alanımızda sorumluluklarımız arttı, daha çok çalışacak, daha çok vergi vereceğiz, belki feodal yapıyı tasfiye sürecinde bir iç çatışma dönemi de yaşayabiliriz, bunu göğüsleyeceğiz, Türkiye’den ayrılmamız dahi mümkün, ben bu toprakları kendi yurdum yapmak isterim, ülkenin batısından ayrılmak isterim, kader birliğimizi, yaşanmışlıklarımızı, ortak değerlerimizi ve ideallerimizi burada sonlandırırım, biz buraya sonradan göçle gelmedik, ama ülke batısından bu yeni özerk topraklarımıza göçle gelenlerle ekmeğimi gerekirse paylaşacağım, fakat çok kız alıp vermişiz, kim nerede kalacak bilemem, çok zor olacak ama neyse, ben şimdilik şu işi bir yapayım, nasıl olsa tarihte hep zarar görenler olmuştur, zarar gören görsün, yıkılan yıkılsın, birileri mağdur olduğunda konuyu uluslararası kurumlara havale eder zaman kazanırım, bu nedenle politikam gereği kendimi diğer kardeşlerimden ötekileştirmemde bir sakınca yok, meselenin özünü tamir etmek yerine önce kendimi düşünmeliyim, bundan böyle etnik kimliğime dayalı milliyetçi bir Kürt olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlığını tanımıyorum…”

Peki, (ileriyi görebildiği açık olmasına rağmen hata yaptığını düşünelim,) Atatürk böyle bir argümana karşılık şunu mu deseydi daha iyi olurdu? “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halklara Osmanlı denir…” Ortada Osman yok! Bakınız, şu nasıl? “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halklara Anadolu insanı denir. Buradakine de Amerikalı gibi Anadolulu denir…” Hadi buna ses çıkarmayalım, peki, Trakyalılar ne olacaklar?

Atatürk tarihsel-doğal gelişmeleri hesaba katmış, kafalar karışmasın istemiş, kendince yeni bir şey imal etmemiş, elinde imkan varken bu topraklara “Kemal Ülkesi” dememiş, hatta kendini halife yapmamış, monarşi ilan edip kral ilan etmemiş, saltanatına saltanat katmamış… Şimdi biz aslında bu kafa karışıklığı olanların kişisel ve biraz da yöresel sebeplerine bakarak, Mustafa Kemal neden böyle yapmamış mı diyoruz?

SSCB dağılınca Orta Asya’da Türk Devletleri (buna Türki Devletler diyenler de var,) kuruldu. İsimleri Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan vs. Sınırlarını tarihsel çizgide inceleyin bakın, SSCB’nin tanımladığı sektörlerin somut yaklaşımından pek de farklı değildir. Ama sınırlar az sorunla karşılıklı halli yoluna gitti. İsimleri de SSCB’nin ifade ettiği bölge isimleridir. Örneğin halklar iç içedir. Özbekistan’da Kazak, Kazakistan’da Özbek vardır. Eski ismiyle “Türkistan” denen yer neresi biliyor muyuz? Bugün içinde İran’ın bir bölgesi, Kazakistan’ın ve Özbekistan’ın önemli coğrafyaları yer alıyor. Bugün “Türkistan” diye bir devlet yoktur. Neden SSCB bunu hiç dokümanlarına yazmadı, “tarihte kaldı” dedi. Bu konuyu bugün dert eden de yok. Hani milliyetçilikse konu, tam da adı “Türk” olan “Türkistan” var. Onu düşünüp neler öngörülmez ki!..

Şimdi örneğin gidin Kazakistan’a, ülke içinde birçok halk var, Kürt de var, Ahıskalı Türk de; Rus da, Alman da; Koreli de var Çinli de; tabiri yerindeyse çok ırk var. Ama baskın unsur Kazak’tır. Tarihte bu isimle dikkate değer bir devlet var mı? Bir hanlık var, kısa bir süre. Bugün bu ülkenin adı ne? Kazakistan. Neden başka bir isim değil? Bu bir bölünme ve çatışma sebebi midir? Ne zaman bu gibi olumsuzluklar sahneye konur? Politik çıkarlar işin içine girerse! Peki, kimin için?

Atatürk de böyle yapmış. Baskın ismi kullanmış ve bu ülkeye “Türkiye” demiş. Ek olarak “-stan” demek kısaca “ülke” demektir. “Türkistan” da diyebilirdi, “Türk Ülkesi”; ama “Türkiye” dedi, değerini bilmek gerekli!..

Türkiye Cumhuriyeti

Bu memlekette Türkler baskın bir halktır. Selçuklular devrinden önce ve sonra Asya’dan kavimler bu topraklara göç etmiş, hatta bir kısım halklar Türklerle aile olmuş biçimde, karışmış olarak gelişmiştir.

Bu fikir Anadolu’nun yerli kavimlerini (bunların bir kısmı kaybolmuş, bir kısmı ise çok az kalmıştır,) yok saymak anlamı taşımaz. Bu topraklarda nasıl Hitit Devleti kuruldu ise, sonraki dönemlerde İskender, Bizans İmparatorlukları da kuruldu. İmparatorlukların her biri hem yerli hem de asıl kavmi birlikte barındırdılar, Osmanlı da öyleydi.

En son İmparatorluklar döneminde (Selçuklu ve Osmanlı) nasıl bu topraklar baskın kavim Türklerin akınları ile nüfus hareketi yaşadı ise başka halklar da zaman içinde, ki bu binlerce yıllık öykülerdir, bu topraklara katılmıştır.

Bugün Türkiye’deki yerleşkelerin önemli bir kısmının adı klasik dönemin isimlerinin daha sonra Türkçeleştirilerek seslendirilmesidir. Buna karşılık, orijinal Türk-Oğuz boylarının isimleri de yerleşim yerlerine konmuştur. Bu gerçektir. Bunlara bakıp cins, soy, sop aramak gereksizdir, çünkü bu devirde anlamsız olur.

Selçuklu ve Osmanlı zamanın anlayışına göre bir devlet idi. Yerli halklarda örneğin Arapları, Rumları, Ermenileri, diğer Kafkas halklarını yok saymadı. Hatta Avrupa kıtasında ele geçirilen topraklarda da bu esas değişmedi; Arnavutlar, Boşnaklar, Bulgarlar, Romenler gibi. Engizisyondan kaçan ve İmparatorluğa yerleşen Yahudiler de öz halk kabul edildi. Temel konu vergi vermek üzerine işleyen bir devlet düzeni idi.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında örneğin; Türkler, Tatarlar, Arnavutlar, Slavlar, Macarlar, Romenler, Çingeneler, Ermeniler, Gürcüler, Acemler, Kürtler, Araplar, Berberiler; Müslümanlar, Aleviler, Nusayriler, Şiiler, Maruniler, Kıptiler, Keldaniler, Katolikler, Ortodokslar, Yahudiler; Levantenler, Rumlar ve başka kimliktekiler birlikte yaşadılar.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve şartlar, kuruluş yasası ve Lozan’a göre, “Türkler” ve “azınlıklar” diye bir ayrımla ülke “üniter” yapıda birleştirildi. “Türkler” diye Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tüm Osmanlı’dan kalan halklara dendi; “azınlıklar” ise Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı halkı olmaları yanı sıra, anlaşmadaki tarafların belirlediği çerçevede bir özel statü verilmesi kararlaştırılan Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerdi.

Keşke savaşlar hiç olmasa, sürekli barış olsa, politika insanların tümüne uygun hale getirilse, dünya bir tür cennet olsa… Ama bütün bu istenmeyen durumları yaratanlar bizleriz, olayları şartlarında irdelemeliyiz. Olacakları asırlar sonrasındaki etkileriyle hesaba katmak insanın görevi. Bugünden itibaren ilk atılacak adımda durup düşünelim: Gerçekten barışçı mıyız? Yoksa, “İlla benim dediğim olsun, sonra barışa bakarız” mı diyeceğiz?

İşgal ve Kurtuluş

Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1919) I. Dünya Savaşı sonunda yenik düşen Osmanlı’nın en sıkıntılı ateşkes anlaşmalarındandır. İçeriğine iyi bakmak gerekir. “Şu olsaydı bu olurdu…” gibi arayışlar bir yana, gerçekleşen budur! Ordu dağıtılmış, Boğazların kontrolü savaşı kazananlara verilmiş ve İstanbul İngilizlere teslim edilmiştir.

Sevr Anlaşması (10 Ağustos 1920) Osmanlı’nın sonlandığı noktada “mevcut millete” dayatılmış bir anlaşmadır. Ülke parçalanmış ve işgal altına alınmıştır. “Şark meselesi” denen konuya çözüm bulmak peşinde koşan güçlerin nihai adımları bu anlaşma ile gerçekleşmiştir.

Saray yok, hanedan yok, devlet yok, hükümet yok, asker yok, maliye yok; bayraklar dahi inmiş!..

Halifelik ve Müslümanlık başka inançtan olanların derdi de değildir. Çıkarı için kullanacağı bir yer varsa elbette önemser. Projelendirecekse, dini yapıları kurcalayarak bir hedefe ulaşma işini kolaylaşacaksa, bunu sadece o kadarıyla önemser. O siyaseten muhatabının hamlelerine bakar. Değilse, tıpkı Kur’an’daki gibi; “Senin inancın sana, benimki bana!” der.

O zaman bu ülkede olup bitene sevinenler, bunu fırsat görenler elbette var idi. Özellikle politika ve ekonomi böyle bir şeydir; Makyavelist anlayışla boşluk derhal doldurulmalıdır, değil mi?

Bırakın ülkeyi işgal eden İngiliz, Yunan, Fransız ve İtalyanları Sevr Anlaşması ile Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan ve Güneydoğu Anadolu’da ise bağımsız bir Kürdistan devleti kurulması öngörülmüş idi. Bu noktayı unutmayalım! Bu devlete zaman ve zemin elverdiğinde bir şekilde ama politikayla dayatılacak açık kapılar yine bunlar olacaktır. Tarih bize bunu hatırlatıyor. Güncel gelişmelerde aklımızın bir ucunda bu noktalar olsun!

Neyse ki Mustafa Kemal’in önderliğinde İstiklal Harbi bütün milletin gücüyle yapıldı ve zafere ulaşıldı. Bu milletin içinde, tıpkı Çanakkale’dekine benzer şekilde, elbette Kürtler de, Arnavutlar da, Kafkas halkları da vardı, daha niceleri kendi topraklarında bağımsız olmak için savaştı…

Önderiyle birlikte bu Millet her adımını kuralına göre attı, Meclis kurdu ve işletti, ordu kurdu ve donattı, imza attı ve sözüne sadık kaldı, Osmanlı borçlarını ödemeyi kabul etti, çünkü “Bu devlet Osmanlı’nın devamı, bir Türk Devleti’dir,” dedi.

Lozan Anlaşması imzalandı (24 Temmuz 1923). Türkiye’deki Rum azınlığa karşılık Batı Trakya’da Türk azınlık Yunanlılarda kaldı.

Bunun dışında akıllarda kalan iki sancak vardı: İskenderun ve Musul Sancakları. Daha sonra İskenderun Sancağı diplomasi ile Türkiye Cumhuriyeti’ne katıldı. Ama Musul Vilayeti petrol bölgesiydi. İngilizler geniş Musul Vilayetini, yani kuzey Mezopotamya’yı, bugün Kürt Özerk Bölgesini kapsayan coğrafyayı o vakit Türklere vermediler.

Ya şimdi? Verirler mi? Peki, Osmanlı kavramı içinde teklif edilse o Kürt liderler bir eyalet ile Türkiye’ye tabi olurlar mı? Olmak isteselerdi Körfez Krizi esnasında Kerkük’teki (ve diğer yerlerdeki) tapu binalarını ve tüm kayıtları ateşe vermezlerdi. Politikada gerçeklik bu olsa gerek! Şimdi, “Burası dedemin,” deseniz tarif edemeyeceksiniz, bir iddianız yersiz kaldı.

Mustafa Kemal’in, “Asıl savaş şimdi başlıyor,” dediği gerçek; devlet, millet, kültür ve bütünüyle bir medeniyet olma bilinci ve çabası idi. Bunu İstanbul’a da söyledi Hakkari’ye de… Ebedi ve asıl kurtuluş için gerekli olanlar bunlar idi. Bunu kim inşa edecek? İstanbullular, Hakkarililer, Konyalılar, Ankaralılar, Trabzonlular, Antalyalılar… Mevcut insan gücü, coğrafyanın ve iklimin içindekiler ve zaman. Bunlarla varılacak bir yer yok ise; bu kadar kan, gözyaşı ve fedakarlık boşa olacak idi.

Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm

Özellikle Tanzimat döneminden bugüne izdüşümü görülen; Pan-İslamizm, İslamcılık, Osmanlıcılık fikirleri din ve siyaseti ilişkilendirdi.

Osmanlıcılık fikrinde, Osmanlıyı ayakta tutacak anlamda yine İslamcılık içerilmektedir. Buna göre Türklerin yanı sıra Müslüman toplumlar olan Arnavutlar, Kürtler, Araplar ve Kafkas halkları başta olacak şekilde bir bütünlük sağlanması düşünüldü, buna da bilinen bir ifade çare oldu, “ümmet” dendi.

Ümmetçiler inatlaşacaklar!.. Hz. Muhammed’in izindekiler kendilerine “biz” demeyecekler mi? Onlar insanlığı ateşe mi çağırıyorlar, ebedi saadete mi? İslam’ı doğru anlayanlar ümmetin ne olduğunda tereddüt etmezler. Ama bir tereddüt olsa gerek!

Ümmet ve millet gibi kavramları bu alanda politika yapanlar ayırdı. Temelinde “biz” demek olan “nation”, yani ulus, toplum, millet, ümmet gibi yerine ve amacına göre farklı anlamlar veriyormuşçasına ayrışmaya itildi. Bir ülkede “biz” olamayan başka ne olabilir?

Türkiye Cumhuriyeti “temsil ettiği toplumun tümünü” esas alır: Kendine “biz” diyen “kurucu” halk Türk’tür ve ulus, millet, ümmet düşüncesinde olanları dahi birleştirir. Daha sonra katılanlar yine “biz” diyeceklerse insan gücüne daha fazla güç katılmış olacaktır.

Osmanlı’nın sancılı dönemlerinde kurtuluş için bir arayışa giren elit bir kesim var. Bunlar ne yaptılar? Her ne kadar Osmanlı’da Türk etnik kimliği fazlaysa da Türk kelimesinin olumsuz anlamlara alet edilmesinin verdiği sıkıntı ve Osmanlı’nın kurucu düşüncesinin tekrar canlandırılması isteği Pan-Türkizm fikrini geliştirdi. Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimler Türkçülüğün ideolojik canlanmasına katkı sağlayanların başında gelir.

Atatürk, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra sadece ülkede değil dünyada eksikliği duyulan Türk kimliğinin resmen araştırılmasına önem vermiştir. Atatürk Türk Dili ve Türk Tarihi için kurumsal yapılar oluşturmuştur. Ancak Atatürk ilk meclise yansıyan ve devam eden “kurucu milli iradeyi” hiç bir surette değiştirme girişiminde olmamıştır. Bütün bunlar “millet” olmanın gerekleri olarak inşa edilmiş kurumlardır.

Atatürk, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde hilafeti kaldırmış, tekke ve zaviyeleri kapatmıştır. Bir inanca dayalı tarikat yapılarının şahsi amaçlarla kullanılma ve ilerleme yolunu kapatacak türden fetvalar verdikleri nedenle dağıtılmasından yana olmuştur. Buna karşılık Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu ihdas etmiştir. Bütün bunlarla bir anlamda Atatürk, Pan-İslamizme (İslamcılığa) karşı olmuş, milletin (tüm toplumun) dinini (inancını) seçme ve yaşama imkanını özgürce elinde tutmasını istemiştir. Bunu “laiklik” kavramıyla sosyo-politik anlamda kesinleştirmiştir. Laikliğin “dinsizlik” anlamına gelmediği, “dini-siyasete ve şahsi çıkarlara alet etmek isteyenlere karşı” olduğunu açıklamıştır.

Halen kurumsal kimliğiyle aşırı büyümüş bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundaki çizgide mi olduğunun tartışmasını sizlere bırakmak istiyorum. Hatta şu an İmam Hatip okullarının müfredatına belli şekiller veren Milli (!) Eğitim Bakanlığı’nı da sizin tartışabileceğiniz değerde konu olduğuna inanıyorum. Çünkü bunların kuruluş ruhu belli bir yanlılık işareti taşımıyor idi, kapsayıcı ve kucaklayıcı idi.

Bugün ülkede sıkıntılı günler var ise veya sıkıntılı olunmasından çıkarımla politik kariyer yapma yolunu seçenler var ise işte tam bu noktada çok karmaşık geçmişleri olan ve aslında belli kararlarla yoluna konan devlet işlerinde bir kısım siyasetçiler meşru zeminleri işgal ederek Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm konularını gündeme getirmek istemektedirler.

Bu tür siyasi tercih sahipleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini tekrar tartışılır kılmaya itmektedirler. Bu tartışma Türklerin ve Müslümanların değil, azınlıkların ve ayrılıkçılık peşinde koşanların işine gelecek tarzda sonuçlar doğurmaktadır. Ülke ister istemez kimlik siyasetine dahil olmaktadır.

Batılı gelişmiş ülkelere bakıp, “Ne güzel!” diyenler, Türkiye’nin bu güzel ve onlarınkinden pek farkı olmayan “millet olma” anlayışlarına karşı duruyorlar. Bu çelişki çok açıktır, anlaşılmayacak tarafı da yoktur.

İdeolojik Bakışın Yüklediği Sorumluluk

Ama önce “şuculuk, buculuk” deyişine bir parantez açalım. Kendini tanımlayan bir kimliğin varlığının ötesinde o kimliği öne sürerek bir ideolojik yaklaşıma saplanmanın politik çıkarını iyi anlamak gerekir. Örneğin “Türk, Kürt, Ermeni Ümmet, Milliyet, Osmanlı…” realitesi bir konudur, “Türkçülük, Kürtçülük, Ermenicilik, Ümmetçilik, Milliyetçilik, Osmanlıcılık…” başka bir konudur.

Eğer bir realite kendi içinde belli kişilerin veya zümrelerin bir araya gelerek bir tarafa hedeflenirse, konu bir dava haline getirilirse, başkalarına göre ayrıştırılırsa ve bir çatışma sebebine dönüştürülürse, bu durumda başka bir alt realite daha tanımlanmış olur. Buradaki sorgulamada ise belli politikaları ve niyetleri ele almak gerekecektir.

Örneğin temel “ümmet” fikrini alır, “ümmetçilik” adıyla bir dava yaparsanız, bunun bir ayrışma ifadesi olduğu da başka bir realite meydana getirilmiş olur, bunun gereği bir çatışma da meydana gelebilecektir, çünkü sebep yaratılmış haldedir.

Bu yapı tüm “-izm” ekli kavramlar için geçerlidir. Örneğin Atatürkçülük, Kemalizm gibi türetilmiş yeni reel durumlar ve tanımlar kendi politik tarafını işaret eder ve diğeri ona karşıdır. Bunu kullanan aslında, “Ben bu ayrışmayı ve çatışmacı konuyu kabul ettim, sorumluluğuna katlanıyorum,” demek istemektedir. İdeolojilere bu gözle bakalım…

Buradan iki terimi daha açıklamak gerekiyor: “Tarikatçılık” ve “cemaatçilik”. Tarikat ve cemaat tek başlarına birer realitedir, ama siz “tarikatçı” veya “cemaatçi” iseniz, artık başka bir realitenin daha içinde değerlendirilirsiniz. Bu bir yükümlülük almaktır, tariflerin muhatapları her ne kadar yumuşatılmaya tabi tutulsa da ipler kimi zaman bireylerin elinden çıkıverir, topluluğun genel çıkarına gelişir. Olan bir şey için sonuçta hiç kimse, “Ben bunu istememiştim…” diyemez.

“Dernekçilik nedir?” diyeceksiniz. İşte derneği fikir akımlarından ayıran konunun özü; dernekler yasaldır, kontrol edilebilir, maddi bağışları bile olsa bir muhasebesi tutulur. Kanuni yükümlülükleri vardır, yanlış olur ise mahkeme kurulur.

Eğer birileri, “Benim bir tarikatım var, anlattıklarım ulvidir, dinleyiniz, ama şuraya da bir bağış yapacaksınız,” der ise burada yasallık ne ölçüde var, kimi kim koruyor, bilmek gerekir ve hakkı ve adaleti arayan için bu bir zarurettir. Eğer konu dini ise bir vebal almanın bedeli ancak ilahi adalete tabidir.

“Vakıf” kurumu da yasaldır ve yardım amaçlıdır. Bir fikir vakfa dönüştürüldü ise tüzüğünün dışında bir gayrete dahil olamaz.

Kısım-3: Politika, İleri Demokrasi, Küresel Değerler

İçerideki İslamcı Siyaset

Yakın zamana gelelim.

Türkiye’de “ılımlı İslam” ve dünyada “küresel İslami terör” olguları… Böyle diyorlar! Peki, bir “ılımlı İslam” politika sahnesinde mi? Milli Görüş bunu mu temsil ediyor? Bu şekildeki bir politika ileri demokrasiye engel midir? Bu soruların cevaplarını bir kısmıyla kendi yargınıza göre verebileceksiniz.

Mütedeyyin, ılımlı ve sufi düşüncede ifade edilen bir toplum yaratma süreci devam etmektedir. “Anadolu sufiliği” bu anlamda önemsenmekte ve Mevlevilik gibi kabul gören düşünceler tarikatların yaygınlaştırılması için bir kolaylık şeklinde önemli görüldü.

Nur Tarikatının bir kolu, Fethullah Gülen Cemaati küresel çapta bir eğitim sorumluluğu üslendi. Özellikle faaliyetlerini küresel çapta Müslümanların ve Türklerin olduğu coğrafyalarda artırmıştı, daha sonra Afrika gibi eğitime daha çok ihtiyaç duyulan yerlerde yayıldılar.

Bu tarikatın faaliyetlerinin tam karşısında ise eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in “Barış İçin Eğitim Vakfı” bulunmaktadır. Blair’in işleri yasaldır. Hatta kendisi Birleşmiş Milletler kürsüsünde bile vakfını anlatmıştır. Bu resmi vakıf da küresel çapta, daha çok Hıristiyan ve Afrika odaklı 200’den fazla okulda faaliyet göstermektedir. Bu her iki proje de küresel amaçlara hizmet eden ve kendilerine belli katılımcıların imkan sağladıkları projelerdir. Blair’in vakfı ile Gülen’in cemaati işletme modeli açısından ayrı görülmelidir. Eğer incelenirse bu yapıların gelir-gider hesapları somut değerlendirmeler yapmaya elverişli bilgiler verebilecektir.

Said-i Nursi hem vaazları ile hem de icraatlarıyla gösterdi ki, tarikat mensupları bulundukları İslam coğrafyasında fiilen siyasi parti kurmayacaklar ama belli bir partiyi destekleyerek rejime ve iktidara ortaklık etmek suretiyle İslam’a “hizmet” etmiş olacaklar idi. Süreç içinde böyle yaptılar, Demokrat Parti ilk olmak kaydıyla, daha çok muhafazakar ve sağcı, az da olsa solcu partilere dahil olarak uzun yıllar güçlenme imkanı buldular. Görüldüğü gibi bu yöntemde alınan bir risk yoktur. Bu yönteme Milli Görüşçü hükümetler ile devam ettilerse de hiç beklemedikleri bir yerden risk aldıklarını fark ettiler ve bunu da kabullenmekte zorlandılar. Son destekledikleri Adalet ve Kalkınma Partisi cemaati, devlete paralel çalışma yapan yasadışı bir örgüt olarak niteledi ve yaptıkları her işi hukuka havale etti. Temel olarak “Paralel Örgüt, Fethullah Terör Örgütü ve Casusluk,” gibi suçlarla davalıdırlar ve mahkemeleri devam etmektedir. Varılan noktada ise politika gereği olsa gerek, Fethullah Gülen cemaati ile Nurculuğu ayrı tutmak ihtiyacı duyanlar oldu. Tarikata bağlı işleri “İslam’a hizmet” bağlamında değerlendirdiler.

Bu kesim finans, medya, sanayi, ticaret gibi küresel pek çok alanda faaliyette olan bir networke sahip olmuş ve tarikat kasası olarak bir hayli zengindir. Halen örgüt lideri Fethullah Gülen Amerika’da yaşamına devam etmektedir, hakkında tutuklama kararı vardır ve Türkiye’ye döndüğünde veya teslimi halinde yargılanacaktır.

Esas olarak Türkiye’de 12 Eylül ile birlikte daha da gelişme imkanı bulan “İslamcı” hareketin en son ve güçlü aktörü Adalet ve Kalkınma Partisi mi? Ne de olsa bu bir partidir, gücünü seçimlerden elde ettiği yüksek oylarla milletten almaktadır. Daha şimdiden ülkeyi 2019’a kadar yönetme ruhsatını elinde tutmaktadır. Son kertede ülkede anayasayı yeniden yazarak, ifade edildiği üzere, Türkiye’ye özgü bir başkanlık sistemine geçilmesine çaba sarf etmektedirler. Türkiye’nin sorunlarını hızla çözmesi açısından bu adımın atılmasının hayati olduğunu iddia etmektedirler.

Adalet ve Kalkınma Partisi 01 Kasım 2015 seçimleri öncesi politikalarda sonrasında gerçekleştirdikleri gösterilerden anlaşıldığı üzere, bir yandan Osmanlı’nın, diğer yandan ise İslam’ın sembollerini kullanmaktan geri durmuyor. Gerçekleştirilen toplantılarda dinleyiciler tekbirler getirdiler, Osmanlı flamalarını dalgalandırdılar.

Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu yazdığı kitaplarda işaret ettiği dış politika ve kalkınma stratejilerinde belli ölçülerde “yakın” coğrafyada kullanılan fırsatlarla etkinlik kurulabileceğini ima etmektedir.

Bütün bunlar Osmanlı coğrafyasındaki (Balkanlar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika başta) devletleri ve yapıları “Sünni İslamlık” şemsiyesiyle nüfuzuna alabileceğini düşünen bu akımı ifade ediyor denebilir mi? Tam da bunun karşısında olan düşünce bunun bir proje olabileceğini işaret eder mahiyettedir. İç siyasi aktörler bu gelişmelerle Türkiye’nin kuruluş şartlarının zedeleneceğini, başta Kürdistan ve Ermenistan ideallerinin gelişmesinde zemin hazırlayabileceğini ve ülkenin Sevr’e geri dönebileceğini iddia etmektedirler. Hatta bölgede tarihi emelleri olan büyük güçlerin beklentilerinin bu doğrultuda olduğunu, bir planın adım adım gerçekleştiğini ileri sürenler vardır.

Politikaların Sosyal Yaşamdaki İzdüşümü

Kendine, “Ben İslamcıyım,” diyenler, “Ben de şu’cuyum,” diyenlerin karşılarına dikilmelerini göze almalıdırlar. En başta buna köktendinci Yahudiler ve Hıristiyanlar, “Dur bir dakika!” diyeceklerdir. “Bunu ben akıllı politikalarla hallederim,” denir ise bu durumda aklın, imkanların ve bulunan desteklerin dinamiklerini uzak tutmamak gerekir.

Bundan böyle şöyle düşünmek daha doğru olur; küresel sistemde sen-ben’cilik varsa karşılığı bir o kadar vardır. Önemli olan küresel değerlerden kaçının tarafınızdan meydana getirilip korunduğudur.

İslam tanımı ve dini olması tabiatıyla evrensel bir değerdir, onun layığıyla davranmak varken, sen-ben’ci yapmak yoluyla, İslam’ın seviyesini aşağılara çekmek isteyenlere neden göz yumulsun ki? Ortada Katolikçi, Protestancı veya Ortodoksçu saldırısı var da Müslüman bundan geri kalmamak yolunu mu seçiyor? “Evangelizm” diye yapay bir konu var ise bunun karşılığı, yine işin özü gereği ifade ediyorum, “İslamizm” olamamalıdır.

Eğer, “Ben Osmanlıcıyım,” diyenler var ise “Ben de Bizanslı olurum, senin altını oyarım, daha önce yaptığım gibi seni Balkanlaştırırım,” diyenlerin var olacağını göze almak gerekir. Bu amaçla kimler taşeronluk yapabilir? Uzaklara gitmemek gerekir, kardeş bildiğini senden koparabilirler ve beline bir fünye bağlayıp yanı başına yollayabilirler. Daha yumuşak bir yaklaşımla inadına-kimlik siyaseti yapmaya elverişli tüm kesimler ayrılıkçılık yapabilirler.

“Tarikatlar bu milletin önemli bir kurumudur, karışamazsınız,” deniyorsa en azından işin içinde değişik çıkarlar ve hukuki konuları ararlar. Tarikatlardan doğrudan veya dolaylı eğitim alanlar için, “Benim insan gücü potansiyelim budur,” deniyorsa, devlet memurlarının orada resmen hizmet verip vermeyeceğini Meclis’in onayından geçirmek gerekmez mi? “Tarikatlar sadece kültürel anlam taşır,” diye de kaçmak mümkün değildir. İnsanlar buna inanırlar mı?

Osmanlı padişahlarının bir kısmının Mevlevi Tarikatı’ndan olduğu söylenir. Eğer bugün amaç bu korelasyona özlem duyuluyor ise konu gönül bağından öte bir anlam bulur, politik bir hal alır, ideoloji olur. Halbuki Mevlana’yı daha fazla insana ulaşabilmek adına bir küresel değer olarak tutmak daha kazançlı değil midir?

Kaldı ki iş bu noktada bırakılmıyor. Tarikatların sermayeleri, medya güçleri, basın yoluyla kendileri gibi düşünen insanları oluyor. Hatta içlerinde IŞİD gibi terör örgütlerine gidebilecek kesimler de yetişebiliyor. Kimse kimseye benzemez, biri aşırılıkları seven kişiliktedir, diğeri uyumludur. Kimse kimseyi tek bir tornadan çıkaramaz. Eğer öyle iddia ediliyor ise; “Toplum mühendisliğine karı mühendislik…” gibi düşünceleri küresel, insana yarayışlı ve ileriye dönük kurgulamak gerekir. Başka sosyal ve güvenlik konuları halledilmeden bu tür dolaylı yöntemleri çare diye görmek ne denli doğrudur? Ortada hallini bekleyen somut vazifeler var. Örneğin önce uyuşturucu baronlarının gücünü kesmek gerekmez mi?

Dışarıdaki İslamcı Konjonktür

Yine yakın zamandayız.

“11 Eylül” saldırısı sonrası küresel anlamda ama daha çok Müslüman coğrafyası üzerinde çok şey değişti. “El Kaide, El Nusra, IŞİD” gibi aynı akım terör örgütleri küresel terör örgütü olarak sahneye kondu. Müslüman coğrafyası ve belli yapı taşları bu tip gelişmelerin tarihsel gelişimine imkan veren nüveleri barındırmakta.

Neredeyse Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezine eş zamanlı olarak, “ılımlı İslam, İslamcılık, İslami terör, İslamofobi…” gibi Batı kaynaklı terimler belli bir kesimi işaret eder oldu. Yabancılar bu kavramlar içinde “Müslüman” demek yerine, belki de kendilerince bu ayrıntıyla ilgilenmediler, “İslam” kelimesini kullandılar, işin diğer yanı Müslüman entelektüeller de bunu kabul ettiler. Dolayısıyla bugün uluslararası ilişkiler alanındaki her kullanımda “İslam” kelimesi yanındaki olumsuz eklerle meşru ve yaygın kullanılan bir kavram oluverdi.

Diğer yandan SSCB dağıldıktan sonra Rusya’nın etkisinde olan ve tam serbest piyasa ekonomisine geçme yoluna giren coğrafyalarda çeşitli rejim değişiklikleri meydana geldi. Çeşitli devrimler ve ayaklanmalar yaşandı. Bu arada Orta Doğu coğrafyasında Sünni Müslüman Kardeşler gibi köklü İslamcı akımlar yönetmekle ilgili siyasi faaliyetlerde çokça adını duyurdu.

Balkanlar’a, Kafkaslar’a ve Kuzey Afrika’ya değinmeyeceğim. Buralardaki gelişmeleri bilmekteyiz. Zaman içinde bu bölgelerde Müslüman katliamları oldu, çatışmalar ve ayaklanmalar oldu; nihayette yeni mikro-devletler, yeni rejimler işbaşına gelmiş oldu.

Diğerlerine bakalım: Afganistan Savaşı devam ediyor. Bu savaş alanına El Kaide’den dolayı Pakistan da girdi. El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerle halen savaş devam ediyor. Körfez Savaşı ve Irak’a müdahale ile Irak üçe bölündü ve kuzey Mezopotamya’ya Kürt Özerk Bölgesi kuruldu. Irak’ta Şiilik ve Sünnilik diye yönetimsel-siyasi coğrafyalar bölündü. Suriye ile ilgili belirsizlik devam ediyor, iç savaşa büyük devletler müdahil oldular. IŞİD hem Suriye hem de Irak’ta görevli gibi. Kuzey Suriye’de Kürtlerin kantonları şimdiden ilan edildi.

Ve dışarıdaki gelişmeler Türkiye’yi de gündeme dahil etti. Türkiye mevcut İslami zemin içinde IŞİD’den etkilenen ülke konumuna geldi. Türkiye “o tarikat iyi, bu kötü” denen bir ülke konumuna döndü. Türkiye, halen Suriye sınırındaki gelişmelerden olumsuz etkileniyor.

İleri Demokrasi

“İleri demokrasi” başlığıyla incelediğimiz bu konuyu daha çok politik alanda karşımıza konan argümanlarla bütünleştirebilmek için önemsiyorum.

Ülkede herkes demokrasiden bahsediyor. Peki, bunu zikredenler gerçekten demokrasinin bir medeniyet ve kültürlülük işareti, daha da ilerlemenin tek yolu olduğunu görebiliyorlar mı? Cumhuriyet rejimi krallığın, monarşinin, saltanatın, hanedanlığın, tek adamlığın, diktatörlüğün karşıtı bir rejimdir ve idaresi bir kişi veya zümre elinde değil, meclis sistemiyle, yasa yapıcıları ve karar alıcıları halkın özgür iradesi ile seçmekle ilgilidir, özetle halkın kendi kendisini yönetmesidir. Demokrasi için cumhuriyet yeter mi? Hayır. Dünyada bugün bile adı cumhuriyet olan, sözde seçim ve parlamento ile çalışan pek çok diktalar var. Hem tek başına cumhuriyetin, yani demokrasiyle geliştirilmemiş haldeki bir cumhuriyetin bazı idari özellikleri vardır ve bunları anlamak şarttır. Örneğin liyakati esas alır, hemşericilik, mahallecilik, tarikatçılık kabul etmez. Halkın din işlerinin devlet idaresiyle ilgisinin olamayacağını söyler. Bürokrasiye büyük önem verir bir hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşi dışına çıkılmaz. Bu bürokrasi işi demokrasi ile takviye edilmemiş yerlerde gelişmeye engel gibi görülür. Saltanat yerine Atatürk halkın yararına cumhuriyet rejimini istedi. Meclis zaten vardı. Çok partili bir cumhuriyet oluncaya kadar Atatürk çok teşebbüste bulundu. Yaşadığı zaman içinde çok partili sistem kurulamadı. Bir cumhuriyette çok parti olsa ne anlama gelir, anlamı demokrasi mi olur? Hayır. Böyle örneği olan ülkeler var, seçimler yapılıyor, birden fazla parti var, ama hepsi bir elden sevk ve idare ediliyor.

Demokraside halkın sahte şekilde değil, gerçekten idare içindeki her bir işlevinde katkısının ve kontrolünün olması gerekir. Bu çok önemli bağımsız ve özerk kurumlara verilmiş sorumluluklarla da işletilebilir. Örneğin bir meslek derneğinin seçimini düşünün. Orada politika var mı, olmalı mı? Eğer iktidar gelir de o dernek seçimine kendi ağırlığını koyar ise ileri demokrasi olmaz, bu diktatör veya en fazla bir cumhuriyet olabilir. Aradaki fark anlaşılsın diye bunu ifade ediyorum. Dolayısıyla ileri demokrasilerde tüm kurum ve kuruluşlar bilinçli, kontrol edebilecek hukuki yetkinlikte, kendine güvenen ve dünya işlerini bilen bir toplumdan, böylesi bir halktan oluşur. “Ben demokrasi istiyorum,” demek yetmez. Halkın bunun yolunda terlemesi ve ileri demokrasiyi hak etmesi gerekir. Bu istekle, eğitimle ve bilinçle olur. “Şeffaflık” ama üst seviyede korunmuş hukuki alt yapısıyla, “özgürlük” ama sorumluluk ve yükümlülüklerle hukuki bağlamı işaret edilmiş halde, “eşitlik” ama her bireyin bir başka şahıs ve bir başka kurumun karşısında hukuku belirli şekilde, “hukuki” ama eksik bir nokta kalmayacak, kimseyi kayırmayacak ölçüde, insanlığın evrensel haklarını ve gerçek adaleti tesis ve garanti etmiş bir güçte… İleri demokrasi bu tür “kültürü” olmuş toplumların kendi içinden gelişmiş bir karakteridir. “Al sana demokrasi!” demek değildir.

Demokrasi cumhuriyetin bir ileri adımı değildir. Monarşi olur, İngiltere’deki gibi, 1215 tarihli Magna Carta’dan beri devam eder, hatta gelişir; ama burada esas olan monarkın da halkın da bu demokrasi kültürünü bilmesi ve istemesidir. Cumhuriyet olur, Almanya’daki gibi, eyalet parlamentoları dahi olur, başka örnek İsviçre gibi; ama bu ülkelerde esas olan sandık, parti, seçmen, liderden ziyade halkın demokrasi kültürüdür ve bunu isteyerek geliştirmesidir. Amerika ileri demokrasinin örneğidir. Her birinin kendi kanunları olan eyaletler sistemi şeklinde bir birleşik devlettir. Halkına bakın, dünyada en revaçta göç alan bir ülkeden bahsediyoruz, her ırk var. Kıtaya geliyor ve yemin ediyor, “Ben artık Amerikalıyım,” diyor ve ağır hukuk şartlarını kabulleniyor. Amerika’da yaşamak kolay değil ama tercih ediliyor. En çok da belli bir hüneri, özelliği, bilgi ve görgüsü, niteliği veya yatırım imkanı olanlar buraya göç ediyor. Neden? Çünkü kültür seviyesi öyle ki, daha da ilerleteceklere tam bir destek ve koruma veriyor, ortam ve şartlar bu tür işlere uygun tesis edilmiş haldedir. Böylesi bir seviyeden ötürü eğitim bir statüdür, liyakat değerlidir; kimse kimsenin kaşına gözüne bakmamaktadır, düşündüklerine, yaptıklarına ve kattıklarına bakmaktadır.

Demek ki Atatürk dönemi Cumhuriyet yeterli değil, ileri demokrasi için Atatürk’ün işaret ettiği gelişmişliğe doğru çaba ve halkın ileride olmayı hak ederek kendini ispatı gerekiyor.

Ya başkanlık sistemi? Şart mı? Eğer ülkece ileri demokrasi için şart olan kültürel seviyeniz var ise; o zaman bakın daha da gelişmek için neyin gerektiğine… Bu anlamda fikren gerilere giderek, “İleri demokrasi adına başkanlık sistemi çözümdür,” demek tekrar değerlendirilebilir, ancak duygusal bir tercih konusu olmamsı önemsenmelidir. Burada önemli olan kurumları doğru çalıştırılmalarıdır.

Türkiye bugün “Kürdistan” idealini besleyen bir kesimin, ki bu kesim içinde açıkça zikretmese de yeterince samimi olamayan bir partinin varlığından söz etmemiz gerekiyor, bu kesimlere destek olan açıkça veya örtülü kimlik siyaseti yapan destekçiler ve tümüne destek veren dış destekler var.

Dış destekler kökenini Sevr ile belirginleştirmişler idi. Lozan’dan sonra ne maksatla Musul Vilayeti (kuzey Irak bölgesi) Türkiye’ye verilmedi ise aynı maksat bugün de küresel güçlerce masanın üzerinde durmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bunu böyle bilmektedir.

Ancak halkın hem bilinci hem de istekleri farklılık göstermektedir. İlk önce Türkiye, Ermenilere ve Rumlara yabancı gözüyle bakmamanın erdemine ermelidir. Varsa bu yönde hukuki açıklar, kapatılmalıdır. Bu bir kültür işidir. Nefret, düşman, gavur gözüyle bakan bir akıl ileri demokrasiyi hak edemez. Buna karşılık, bu halklar da Türkiye’yi benimseyecekler, olgunluk göstereceklerdir.

Bakınız ekonomik gerekçeler ve küreselleşmenin ivmelendirmesi ile bugün yabancılara mülk satışı ve vatandaşlık verilmesi tartışılıyor. Dubai, Londra vs kentler örnek gösteriliyor. Diyelim bir Rus veya Arap Boğaz’da yalı alınca ve devlet onu ailesiyle beraber vatandaş yapıyorsa bundan sonra yabancı mı olacak, yoksa yerli mi? Binlerce yıldır burada yaşayan kardeşlerimiz mi yabancı? Bu bakış açısını aşmak gerekmez mi?

Rejim cumhuriyettir ve Türkiye’de olması gereken bu cumhuriyetin ileri demokrasi kültürüyle geliştirilmesi, buna göre yetkin bir kurumsal bilincin yerleşmesidir.

Varsa, “Osmanlı’da olduğu gibi, gelin sizi idare edeyim,” diyen bir fikir, bu bütünüyle yanlıştır, geçmiştir. “Padişah ben olayım, sana sadrazamlık yeter,” demek ne derece uygun? Olması gereken hukuki altyapısı tam sorumlu-özgürlük ve eşitliktir. Küresel icapların gereği bir ileri demokrasinin uygulanmasını üst-alt kimlik bakışıyla çözmek mümkün değildir.

Varsa Kürtleri bu idealleri için ileri süren radikal Ermeni ve Rum kesimler, her türlü örtülü faaliyetinden vaz geçmelidirler. “Kürtler bir ilerlesinler, sırası gelince arkalarından biz de işimize bakarız,” demesinler. Bu tür bakış açıları zamanın Taşnak Partisi’nin veya yakın zamanlardaki Ermeni Terör Örgütü ASALA’nın bir yöntemi olabilir idi. Bugün bunlara ne gerek var?

Bütün bunların güvencesi samimiyettir ve aslında gerekli olan birlikte yaşama kültürüdür.

Demek ki temeli kimlik siyasetine dayanan ama oyunu arttırmanın yolunu bulmak için “demokratikleşmeye çalışan” bir partinin şemsiyesi altında toplanan art niyetliler kendilerini sorgulamalılar.

Bir de “Alevilik-Sünnilik” başlığıyla öne çıktığı üzere, ileri demokrasinin din ve mezhep bağlamı var. Tıpkı Kur’an’daki gibi, “Senin inancın sana, benimki bana…” denecek ve inançlar siyasete alet edilmeyecek. Bugün Orta Doğu’daki bu dini siyasete alet etme alışkanlığından ileriye gidebilmiş bir kültür oluşturulamamıştır. Bunu yapma potansiyeli Atatürk’ün önderliğinde kurulan bu Türkiye Cumhuriyeti’nde mevcuttur.

Meselenin özünde şu var: İleri demokrasi kültürünü ve imkanlarını bölgede bir cazibe merkezi haline getirip, bir yeni Osmanlı değil de, “gerçek Türkiye” fikri oluşturabilmek gerekir.

Sonuç

Bütünsel bir yaklaşım içinde bakmak gerekir. “Türkiye” özelinde bütün bu ifade edilen düşünceler bir noktadan hareketle ele alınmadığı müddetçe pozitif bir sonuç almak mümkün olamaz.

Vesayet halka aittir, iktidarlar halka güven vermelidir. Lider, güven iklimini tesis edene ve koruyana denir.

Her türlü sorunun çözümü önce istemekle başlar. İstekli olanlar bir bütünlük içinde meseleyi etraflıca, kucaklayıcı bir mantıklar, samimiyetle ve çok ilerileri gören bir vizyonla bakmalıdır.

Sonuçta insanların her birine güvenmek gerekiyor. Bunun sistemini kurmak ve işletmek bir “yeni-kurumsal hedef” niteliği taşır. Baskıcı düşünceler değil, fikir alan ve bunları değerlendiren, “ortak akıllı sistemler” kurup işletmek gerekiyor.

Eskiye özlem hep vardır. Şimdinin değerleri ise anlaşılmak zorundadır. Şimdiki değerleri bırakın geleceğin kurgusunu yaparak toplumu yönetmek, buna ait bir ideal ortaya koymak asıl konudur.

Eğer halk ne cumhuriyeti ne de demokrasiyi anlamış, ezberinden ve önyargılı konuşan bir toplum ise bu çok büyük bir kayıptır. Halbuki cumhuriyetin erdemleri ile her yönüyle ve herkes için yaşamak için ortam müsaitken bunu kullanmamak eksikliktir. Ama asıl olan Türkiye için “ileri demokrasiye yeterli kültürel devrimi yapma iradesi” ortaya koyabilmektir. Demek ki bu “kalplerdeki bir devrim” ile gerçekleştirilebilir.

Buraya kadar çok temel konuları da tartıştık, pratik noktalara da değindik. İnsanlık değerlerini ön plana koyduk. Belki daha ziyade Türkiye’de ve Türk halkı içinde daha çok tartışılan konuları öne çıkarmak zorunda kaldık ama bunları görmezden gelerek küresel bakış içinde ilerlemenin bir yolunu bulmak mümkün olamayacak idi.

Hep beraber mutlu yarınlara doğru…

Exit mobile version