Site icon Politik Merkez

Politik İnsan

politik-insan

Politik İnsan

Okuyucu

Bir bütünlük ifade ettiğinden aynı girişi yapacağım. Toplumumuza dair ana sorunları tartışıyoruz. Buraya kadar bazı teşhisler yaptık. Önce “Binyılcı Düşüncenin Türkiye’ye Etkileri” konusunda bir tartışmamız vardı. Burada bir “algı-gerçeklik” sorununa dikkat çekmiştim.[1] Takiben, “Onurlu Olmak” ile ilgili konuya değindik.[2] Sonra, “ezbercilik” sorun sahası üzerinde durduk.[3] Bunu halletmek ve yaratıcı akla yönelmek gerektiği noktasında olduğumuzu düşündük. Daha sonra günümüzün “amatör” bakışının farklarını belirginleştirdik, amatörlük yapmanın mahzurlarını işaret ettik.[4]

Ve “Üstün İradeli İnsan” yazılı ile insanın iradesiyle, bilgisiyle, bilinciyle, düşüncesiyle ilgili bağıntısını açıkladık; zannetmeden yaşaması ve cahillikten kurtulması gerektiğine vurgu yaptık.[5]

Şimdi de insanın politik tarafını merkeze koyarak, bu özellikle beraber nasıl doğru bir çizgide kalınabileceğine açıklık getireceğiz. İnsanın politik tarafı nefsaniliğinden kaynaklanıyor, bunu çıkarıp atması söz konusu değildir.

Burada; İddia, Tebliğ, Vizyon ve İdeoloji konularına değineceğiz. Bütün bunlar bizleri şu sorunun cevabına ulaştıracak: “Gerçek politikamız ne olmalı?”

İddia

Nedir iddia? Her bilgi, ifade, düşünce iddia mıdır? Memlekette bir söylem tekrar hatırlandı: “İddia sahibi iddiasını kanıtlamakla mükelleftir.” Aslında bu söylem, “suizan etme, içi boş konuşma, konuşacaksan doğruyu söyle,” dediği gibi, diğer taraftan, “sürekli iddia edip durma” da demek istiyor, değil mi?

Bu ve benzeri ifadeler sadece hukuksal bir yaklaşımdır. Elbette hukuki sözler önemlidir ama kendi içinde geçerlidir. Eğer yaşam tamı tamına hukuksa, bu durumda her adımımız mahkemelik olur. Buna ne gerek var, yaşamın bilinç atmosferini germemek gerekir. Gerçekler füzyona tabi tutulmasın! Önce tartışmak gerekir, doğruyu bulabilmek için.

Toplum olarak politik olmayı çok istediğimizden olsa gerek, “sav” anlamında dilimize yerleşen “iddia” sözcüğünü (nedense) çok iyi kullanmaktayız; ama son yüzyıllarda (sanırım) yeteri kadar bilimselliği ön planda göremediğimiz için, aynı kapsamdaki “teori ve kuram” sözcüklerini kullanmaktan geri kalıyoruz.

Bu ne demek oluyor, gayet iyi anlıyorsunuz. Külliyatımıza ve onu besleyenlere bakınız. Eğer bir dönem, İslam’ın Altın Çağı denilen dönemde, cebirin bulunduğu, astronomların yetiştiği, tababette ve felsefede ileri eserler verildiği zamanlarda, Müslüman’ın külliyatı bilime uygun ve kullandığı dil içinde salt hukuka kapı açan bir “iddia” değil de; bulma, keşfetme ve ilerleme arayışındaki “iddia” (teori-kuram-sav) kelamının daha çok olduğunu görebiliyorsak, durum yeterince anlaşılıyor demektir.

Yani, insan aklı ve bilinci nereye meylederse, meylettirilirse, onun algısında da bir meyillenme oluyor, haliyle! Söyleyin bugünkü açınız nereye doğru gösteriyor? Kavga ve çatışma yönünde mi? Sokaklar bilim adamı mı dolsun istersiniz, güvenlikçi mi; vaktinizi laboratuvarlarda ve konferans salonlarında mı geçirmek istersiniz, mahkeme salonlarında mı?

Ben bir mecburiyette bahsetmiyorum, ağırlık merkezinden bahsediyorum! Bilincin ağırlık merkezi bizi olgun yapacaksa, ilerletecekse, neden irade göstermeyelim? Bir önceki yazımızdaki üstün irade ve bilinç atmosferi açıklamaları bu nedenle gerekliydi.

Tartışma sürecinde bir ileri, bir geri iddialar, savlar, teoriler, kuramlar gider-gelir. Bilimsel ve estetiksel bakışta da bu böyledir. Diğeri geçerli oluncaya kadar ilk olan doğru kabul edilir. Doğru “kabul edilir” ve bu bir kavga konusu değil, akıl noktasında bir buluşma, anlaşma noktasıdır.

Eğer iddia arıyorsanız şu örneğe bakın: “Bir doktor önemli bir hastalığımın olduğu iddiasında; ama ben paniğe kapılmadan başka bir doktora daha gidip verilen bilgiden emin olmalıyım.” Devamı şöyle: Her türlü araştırmanın sonucunda bir öğrenirim ki, ilk doktorun verdiği sonuç, yapılan tetkiklerden sonra belli bir yorumdan kaynaklanmış. Yaşadığımda ve gösterdiğim iradede amaç doğruyu aramak olmuştu.

Eğer hukuksal bir durum varsa ortam gerilir, taraflar oluşur, taraflardan biri çok yakının dahi olabilir. Mirası işletemeyenlerin “hak hukuk…” deyip tarlaları bölmeleri örneğini memleketimiz pek de iyi bilir!

Eğer konu bilimsel tartışma yönüyle ilerliyorsa insanları düşman bellemenin bir anlamı var mıdır? Örneğin şöyle: “Einstein genel görecelik savıyla evrenin dizilimine bir açıklama getirdi, ama kuantum teorisiyle bu sav biraz olsun eksik bulunmuş oldu.” Bak ne güzel, eksiklik bulunmuş ve tamamlanmaya çalışılıyor…

Bilimsel veya estetiksel bilgi ile ilgili iddiaların arasındaki ilişkiyi mahkemeye götürseniz, sonra yararlı olabilecek konular demir parmaklıkların arkasında ağlarlar, toplum zarar görür. Nereden bilecekler, bunların ayrımları nerede başlar, nerede biter, zavallı amatörler!.. Sürekli zannediyorlar. Zannettikleri de, o düşman veya bu düşman, kardeş kardeşe; doğal canlının kendini koruma yasası, ama bu kadar da değil!

Zannetmenin temiz-saf bilince olumlu yönde hiç bir yararı yoktur. Benim iddiam budur; buyurun siz de söyleyin, insan gibi tartışalım!

Ama öyle yapılmıyor. Ezberciliğine güvenen bir anlayış, insanlığın yararına ne kadar çok söz üretmişsin, buna bakmıyor. Çünkü işleri yararlılık değil, eksikleri kapatmak. Bu kez hakikati bilen biri hedef belleniyor, listeleniyor. Hedefe ne yapılıyor? Hukukuna uyduruluyor, ne var bilmeyecek? Çünkü iş hukuki bir çerçeveye oturur hale getirilirse hak meşrulaşıyor. Ama bilimde böyle bir şey olmaz. Meşrulaşan bilgi laboratuvarda sayısız defa denenmiştir; ortada bir zorlama ve kasıt yoktur. Bilimin ürettiği teknolojiyi kendi amaçlarıyla kullanmak vardır, bu başkadır.

Üstün iradeli bir insan bilgisini, görgüsünü ve aklını bu tip doğal savunma tedbirlerine mi harcamalı? Hz. Muhammed (SAS) de Mekke’de tebliğe başladığında otoriteyi elinde tutanlar O’nu toplum nazarında suçlayacak iddialar ürettiler, O da Medine’ye hicret etmek zorunda kaldı; unutmayalım! Hz. İsa (AS) da aynı muameleyi gördü, başka örnekler de var. Statüko onu yargılama yolunu seçti. Halbuki oturup tartışabilselerdi, süreç başka şekilde ilerleyebilirdi. Ama, nefsaniliğin ürettiği iddialardan dolayı bu olmuyor!

Eğer hakikate inanıyorsan, hesap defteri önüne konduğunda senin orada sunacağın “iddia” hiç bir işe yaramayacak. Bu ne büyük bir yüzleşme!

Tebliğ

Bakın, ne oldu? Biri televizyonda Kur’an’dan (yani Vahiy’den) anlattı, anlattı, sanki o anı yaşıyormuş gibi bir edayla, ardından da, “Benim görevim tebliğ etmek,” dedi ve bitirdi. Bunu hep yapıyor. Kendini üniversite kürsüsünde zannediyor, zahir!

Ben deniz de kendimce, güncel, pratik, yarayışlı ve sorumluluk dahilinde bazı örnekler içeren yazılar yazıyorum. Bunu yaparken arada sırada elektronik ortamdan ikazlar alıyorum: “Sen de sadece tebliğ et! Peygamberimiz de öyle yapardı…” Cevap vermekte bir hayli çekindim, biliyor musunuz? “Haşa, ben bir peygamber değilim, olmam da mümkün değil, ben olsa olsa öğrenme sürecindeki bir yazarım,” diyebildim.

Zannetmiyorum ki, bu “Vahyin tebliği” işi gereğince anlaşılmış olsun! Tebliği basit anlamıyla ele alırsanız, bildirmek, ulaştırmak veya sunmak gibi açıklanabilir, çokça kullanılan bir sözcüktür. Ama Hz. Muhammed’den (SAS) sonra kime “bir vahyi tebliğ” görevi verilmiş, bir türlü anlayamadım?

(Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre) Tebliğ, “Peygamberlerde bulunması gereken vacip sıfatlardan biri olup, peygamberlerin, vahiy yoluyla Allah’tan (CC) gelen ilahi hükümlerin hiçbirini gizlemeden, eksiltmeden ve her hangi bir ilavede bulunmadan aynen insanlara bildirmesine,” denir.

Vahyin tebliği tartışılmaz, ancak insanın dünyasındaki tebliğler (bilimsel, felsefi veya sanatsal olur…) tartışılır. Kelime benzerliğini abartanlara bilim insanı bile denmez ya! Bu yanılgı (veya kasıt) neyi ortaya çıkarıyor, biliyor musunuz? Cehaleti, hurafeyi, ezberciliği ve çıkarcılığı.

Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır?“[6]

Aslında burada bizlerin, gerçekten tebliğde bulunacağımız, üzerinde çalışacağımız ve sunmamız gereken konulardan uzak durduğumuz anlaşılıyor. Örneğin bilimsel konularda taklit-tebliğlerle veya tercüme-tebliğlerle ilgilenenler, asıl işlerini geçiştirenler, her nedense, Kur’an’da yazılı ve herkesin kendine göre okuyup öğrenmesi gereken, mükellefiyet olan bir konuda , kendilerini tebliğden yetkili makam zannediyorlar. Bu çok büyük bir çelişki!

Acaba kendilerini değerli gösterebilmek için mi, bu yolla para kazanmak veya şöhret olmak için mi Vahyi tebliğle ilgileniyorlar? Yoksa, “Siz aman İlahi Kelam’a elinizi sürmeyin, ben size anlatırım, açıklarım, örnekler veririm,” deyip bir gerçeği örtme planının parçası mı oluyorlar?

Bir vakit Amerika, “Siz uçak yapmayın, ben size bedava veririm,” demişti ve uçak fabrikalarımızı kapatmıştık, bilenler vardır.

Sanırım tebliğciler kendilerinin Allah (CC) tarafından korunduğunu da zannediyorlardır, bu yolda garantililer!

Kültürel kargaşa için ben bu konuyu önemsiyorum; tebliğciler çoğaldı, Allah muhafaza!.. İşin ucu başka yerlere çıkar. Hıristiyanlıkta sahte peygamberlik, şefaatçilik kurumu ve havarilik böyle inşa edilmişti.

Benim nelerim var? Sizler gibi, Allah’a (CC) hesap vermeyi peşinen kabul ettiğim açıklamalarım, düşüncelerim ve görüşlerim var. Öğrenmem devam ediyor, bilmediğim ise çok! Ya bilmediğimi nereden öğreniyorum? Tebliğ iddiasında olmayan ve sadece bilmekle ilgili çaba sarf edenlerden, hatta, “her gün yeni bir şey öğreniyorum” deme özgüvenine sahip bilenlerden…

Vizyon

Tebliğin olacaksa, önce kendi vizyonunu ortaya koy! Bu bilimselliği olan bir konudur. Vizyonu olmayan toplumlar sonunda zayıflarlar, ödedikleri bedel büyük olur.

Buradaki kullanımda vizyon, basitçe görüş demektir. Vizyon, ileriyi sağlam bir netlikte görmek, geleceğe göre kendini hazırlamak anlamındadır. Ülkü ve şiar gibi anlamları da vardır.

İnsanlar ve elbette beşeri düzenler geleceği görmek, bilmek, hesap etmek zorundadır. Üstün irade sahibi bir insan olmak bunu gerektirir. İnsan gününün şartlarını ve geleceğin şartlarını belirgin ölçeklerde hesaba katar ve mantıksal doğrulukları işaret ederek bir tahmin yapar. Bu tahmin bilimsel yöntemleri içerir ve falcılık değildir.

Stratejik kararlar almak, hedefler belirlemek ve bunlara göre yönelmek insana özgüdür. Kültürlerin yapıları, doğal durumları etkileri ve bireylerin duyguları bu tür hesaplamalara dahil edilebilir. Sonuçta gelişmek vardır. İnsan kainatın ve bilincin genişlemesine koşut kendini ve kendi kullanımına aldığı ortamı geliştirir.

Bunu yaparken de sınav verir. Sınav, sorumluluk sahibi olunup olunmayacağıyla, buna göre fiil üretilip üretilmeyeceğiyle ilgilidir. Yanlış hesap yapmamak durumunda olan insanoğludur. Hayvanlar içgüdüsel hareket ederler. Örneğin bir sürünün gelecek mevsim için göçe hazırlanırken izledikleri yol bellidir.

Bazı yazılarımda ifade ettiğim gibi, geleceğe dönük yaklaşımları önemseyerek, bir hazırlık yapma, pozisyon belirleme yolunu seçmekten yana tavır gösteriyorum. Geçmiştekileri sürekli tekrar edenler kendi yollarında gitsinler. Ben “hakikati” gelecekte yaşatmanın bir yolunu aramakla ilgileniyorum. Hatta “Kuramsal Muttakilik”[7] yaklaşımımdaki süreçlerin anlatımını da bu yönden önemsiyorum.

Vizyonumu sunuyorum, bana Kur’an’dan fal ve sihir ile ilgili ayetleri gönderiyorlar… Bu işleri anlamadıklarına üzülmüyorum, Vahyin ruhunu kavrayamamalarına içerliyorum.

Ya bilim adamları ne yapsın? Batı’da önemli çıkışları olan bilim insanları bundan dolayı mı bağlarını kiliseden koparma yolunu seçtiler? Tarihten örnekleri biliyoruz, kilisenin aforozuna uğramışlardı. Bizdekilerde de bir çelişki olduğunu gözlüyorum. Ara yerlerdeler, gerek yok, kötü örnekler sizi etkilemesin.

Ünlü fizikçiler diyorlar ki, örneğin “2070 yılında yaşam şöyle olacak, şu araç gereçleri kullanacaksınız, vs.” Kim çıkıp, “Sen sus, Allah’ın işine karışma!” demeye kendini yetkili görebilir ki, ortaya konan tez Vahye karşı değil ki! Karşı fikrini söyle, olsun. Karşı durmak, karşı fikir üretmemek mi oluyor? Bırak, bu bir sınav, kim nereye gidecekse gitsin, asıl senin sınava karışman manidar. Bana onların 1980’lerde açıkladığı vizyonu bugün yaşamadığını söyle, sana hak vereceğim. Değilse boş konuşma, bu ciddi sınavda etrafını yanlış etkileme, vebalin ağır olur, unutma!

Böylesi eleştiri yapanlar kendilerini ve inançları dahil, değerlerini inkar içindeler, üstün iradelerinin gereğini çiğnemekteler, akıllarını kullanmaktan kaçınmaktalar, yaşamlarını başkalarına ipotek ettirmeyi çözüm görmekteler, asıl küfrün sahibi oluyorlar; halbuki hesap günü yalnız kalacaklar…

Hani şu “keramet sahibi” olarak ortaya çıkanlar var ya, bunların hesaplarını ve vizyonlarını bütün dünya duymak ister. Sadece dar çevreleri yararlanmasın. Bir bilim insanı dünya akademik platformunda ortaya kendi savlarını ve donelerini açıkça koyabiliyor. Diğerleri de yazıp uygun yerlere iletsinler ki tüm insanlık yarar bulsun. Bence doğru olanı bu! İletişimin zirve yaptığı bir dönemdeyiz, değil mi? İmkanlar mı eksik?

İşbu yüzden, olmaz olsun (böyle) ibadet edenler! Bu gibiler, ibadetin hakiki amacından gafil görünmektedirler. Bunlar öyle kimseler ki, (ibadeti) gösteriye dönüştürürler, ama en küçük yardımı bile esirgerler.”[8]

Bilim sürekli kendine uygun modellemeler geliştirir ve her defasında daha ilerilerin görülmesi sağlanır. Ülkelerin ve ülkeler topluluklarının, küresel şirketlerin ve uluslararası/ulusaşırı şirketlerin politikaları buna göre birleştirilir, finans kaynakları buna göre seferber edilir. Belki yanlış işler çok yapıldı, örneğin savaşlar, nükleer silahlar, çevre felaketleri, vb ama yapanların amaçları hesap edemediklerinden ziyade, aşırı çıkarcılık mücadelesi verdiklerinden oldu, yani nefsanilik.

Şimdiden, örneğin geleceğin 30-50 yıl sonrasının her şeyi hesap edilmiş halde. Her yaklaşan yıl programlar revize ediliyor ve ilerliyorlar. Kavga yok! İnsan gibi organize olunuyor, tartışılıyor, planlanıyor ve uygulanıyor. Ha, onların yaptıkları yanlış olabilir, beğenmeyebilirsin; ama yöntemini al ve sen de yap; yeter ki doğru olsun! Bizim ayrıca söylediğimiz bir şey varsa neden saklıyoruz, söyleyelim, dinleyecekler hazırlar…

Kaleme ve (onun) yazdıklarına yemin olsun!”[9] Yanlışa gömülü akıllar önce başlarını kumdan çıkarmalı, sonra ilerilere bakmalıdır. Yanlış yapmamak için ileriyi görmek insana dair bir özelliktir.

İdeoloji

İnsan yaşamının her adımında seçeneklerle karşı karşıyadır ve birini tercih ederek yolunda ilerler. Bu iradeyle ilgilidir. Amacına ulaşırken değişik kurgular ortaya koyar ve bir kısmını dışa yansıtır. Fırsat bulduğunca kendi benliğinin (nefsinin) gereğini etrafına kanıtlamak ve etkilemek ister.

İnsan nefsi doymak ne bilmez, ister, elde etmek için yöntem yaratır ve dolayısıyla insan politik bir varlıktır. Hayvan politika bilmez. Politika, iradenin ve bilmenin yansımalarıyla genişler, kendine yer tutmaya meyleder, sürekli kendini ve çevresini test eder. Yani, bilen ve üstün iradeli için politika kolay, bilmeyene ve zayıf iradeliye zordur.

İnsanın politik olması bir adım daha ileriye gider ve düşüncesini kurumsallaştırmak ve sistemleştirmek ister. Değil mi ki insan, organize eden sistemleştiren ve işleten bir varlıktır… Bu belki de birey için o kadar çok önemli değilse de, kültürler için bir ortak alan yaratır. Bu ideolojik alandır. İdeolojik alan pratikte bilince etki eder ve yön verir. Bazen olumludur, bazen de olumsuz.

Düşünsenize, politikasını kendi veya içinde olduğu çıkar grubuna endekslemiş birini; ideolojik doğruları çıkarla yoğrulmuş şekilde bencilce uygulamaya dönüşüyor! Bundan ne tür bir toplumsal yarar çıkabilir ki; çıksa çıksa kendi grubunun ideolojisine bir çıkar söz konusudur.

Fırsatım olsa, ideoloji olgusunu yaşama monte ederken yanlışlık yapanların farkındalığını sınamak isterim. Eksik ve yanlış bilgili ve zanla inanışlarını iradelerine yansıtanların politikalarında, büyük oranda, önemli bir hırçınlık söz konusu oluyor. Büyük bir düşünsel yanılgı içindeler, ama “biz de varız” şeklindeki kendini ispat zorlaması, aslında insanlığın temiz bilinç atmosferini zedeliyor. Tarihi ve mekanı sıkıştırıp kıyımların sebebi bile oluyor. Yani yaklaşımlar bilinçsizce meydana geliyor. Onlara yardım etmek isterim, ama bir türlü olmaz. Çünkü nefs böyle bir mücadeleyi meşru kılıyor.

Ne olabilir? Bilinçlenmeye önem verilebilir, sorumlulukla hareket edilebilir, irade gösterirken duygulardan uzaklaşılabilir, çıkarcılığı daha geri bir planda tutmanın yolu aranabilir, hareket alanı geniş tutulabilir, sabretmesi pekiştirilebilir; bütün bunlar “olgunlaşmak” anlamındadır.

Sonuç

Ey politik insan! Kendi iradene güvenmediğin, çıkarları ortak hale getirmediğin, paylaşmayı sistemleştiremediğin, bilime bir şey katamadığın sürece başka alemlerde, yani başkalarının ideolojileriyle kurulmuş istemlerde yaşarsın. Bu sistemlerin kendi bilinç atmosferinde soluyacağın hava bellidir. Oralardan zehirlenip benim önüme düşme!

Geleceği hesapla, elbet Allah (CC) her şeyi bilir; ama bu bir sınav, kaçma; O, senin Asr’ındaki erdemliliğini ve sorumluluğunu nasıl inşa ettiğine ve nasıl yaşadığına bakar; hakkı tavsiye ediyor musun, sabır gösteriyor musun?[10]

İşte politikanın merkezinde şu ipuçları var: Erdemli, sorumluluk sahibi ve sabırlı ol!

Erdem sözcüğünün karşılığı fazilettir. Bu sözcüğün kökü (fazl); üstün olmak, eksikliklerden kurtulmuş olmak demektir. Erdemli insan, Allah’ın (CC) lütfuna, ihsanına ve keremine mahzar olmuş olandır.

Erdemlilik bağlamıyla ilgili olarak bir önceki yazıda “üstün iradeli insan” olmanın gerekliliğine değinmiştik. Sorumluluk sahibi olmak demek zaten Muttakilik’tir. Sabretmek ise ancak olgunlaştıktan sonra hissedilebilecek ve gerçekleştirilebilecek büyük bir tavırdır.

Hani şu düşünmeden iş yapanlar var ya, onlara, “Sabırlı ol!” dememek gerekir; “Önce olgunlaşmalısın!” demek daha doğrudur.

[1] Gürsel Tokmakoğlu, Binyılcı Düşüncenin Türkiye’ye Etkileri, Muttakilik, 06 Mart 2014, https://muttakilik.com/binyilci-dusuncenin-turkiyeye-etkileri/

[2] Gürsel Tokmakoğlu, Onurlu Olmak, Muttakilik, 06 Mayıs 2014, https://muttakilik.com/onurlu-olmak/

[3] Gürsel Tokmakoğlu, Doğru Yol Tutmak, Muttakilik, 18 Mayıs 2014, https://muttakilik.com/dogru-yol-tutmak/

[4] Gürsel Tokmakoğlu, Günümüzde Amatörlük, Muttakilik, 20 Mayıs 2014, https://muttakilik.com/gunumuzde-amatorluk/

[5] Gürsel Tokmakoğlu, Üstün İradeli İnsan, Muttakilik, 21 Mayıs 2014, https://muttakilik.com/ustun-iradeli-insan/

[6] Maide 67.

[7] Gürsel Tokmakoğlu, Kuramsal Muttakilik, Muttakilik, 11 Şubat 2011, https://muttakilik.com/kuramsal-muttakilik/

[8] Ma’un 4-7.

[9] Kalem 1.

[10] Asr 1-3.

Exit mobile version