Site icon Politik Merkez

İnsanlığın Stratejileri

insanligin-stratejileri

İnsanlığın Stratejileri

Okuyucu

Serüvene kara, deniz ve hava stratejileri ile başlayacağız. Bu konularda öne çıkan stratejistleri hatırlayacağız. Yeni egemenlik stratejisine geçiş aşamasındaki karmaşayı tartışacağız. 2030’ların stratejisini açıklayacağız.

Stratejist Yaklaşımı

Asıl kara stratejistleri Türkler idi. Neredeyse Pasifikten Atlantik’e kadar at sürdüler. Ancak belirgin bir kara stratejisi yazıp bırakmadılar, örnek oldular. Onlar yerine başkaları yazdı çizdi. Yakın zamana kadar Çinli General Sun Tsu’nun stratejik yaklaşımlarını okuduk. Dünya döndü, gücün odak noktası da döndü. Stratejik yaklaşımlar da güce bağlı ifade edilir oldu. Bugün gelinen noktada küresel bir bakış hakim.

Amerikalı Amiral Alfred Thayer Mahan Deniz Hâkimiyet Teorisi’ni ortaya attı. Denizle egemenlik kurma yolunun sistemleştirilmesinin kitabi kısmı bu şekilde açıklanabiliyor, derslerde okutulabiliyordu. İnsanlık karnını doyurmak için deniz kenarlarını seçmişti, bereket ve ulaşım kolaylığı vardı. Dolayısıyla denizlere ilişkin bir strateji zenginlik ve hakimiyet demekti.

İngiliz Halford John Mackinder, XX. Yüzyılın mimarları arasında yer alır. Ortaya attığı mihver  ve kalpgâh kavramları ile özellikle günümüz jeo-politiğinin kurucusu, diğer taraftan da güçler mücadelesinin saflarının belirleyicisi olmuştur. Mackinder, T. Hobbes’un geleneğine sadık kalarak, “İnsanlar devlet için yaratılmışlardır!” düşüncesini savunur.

Amerikalı Uluslararası İlişkiler Profesörü Nicholas J. Spykman, Mackinder’in kalpgâh fikrinden hareketle “Kenar Kuşak” teorisini ortaya atmıştır. Dünya Savaşı sonrasında George F. Kennan tarafından geliştirilen bu teorinin de etkilerini taşıyan “Çevreleme Politikası”[1] sürpriz bir şekilde tarih sahnesine çıkan SSCB’yi hedeflemiştir. Kennan’ın eserlerinin neredeyse tamamı Soğuk Savaş süresi içinde Amerika ve müttefiklerini bir bütünlük içinde tutacak mahiyette olmuştur. “İki Kutuplu Dünya” Spaykman’dan yola çıkılarak Kennan’la devam eden çerçevede geliştirilmiştir. Örneğin, 1947’den sonra Türkiye ve Yunanistan’ı desteklemeye yönelik Truman Doktrini, NATO, CENTO, SEATO gibi organizasyonların kurulması, Türkiye’nin NATO’ya alınması gibi gelişmeler Spykman’ın kenar kuşak teorisi ve Kenan’ın çevreleme politikası ile ilinti kurulan gelişmeler olmuştur.

Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nda da ortaya çıkarak büyük kayıplara yol açan ideallerini göz önünde bulundurursak, üstün insan yaratma fikrinin de ötesinde jeo-stratejik bağlamda bazı tasarımlarının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Örneğin Friedrich Ratzel’in “Siyasi Coğrafya” adlı eseri 1897’de yayımlanmıştır. Ratzel’in düşüncesi, jeo-stratejiye sadece coğrafyacı ve sömürgeci bakışla şekil vermek değil, politik gerçeklikleri de dikkatten uzak tutmamakla ilgilidir. Bismark’ın sömürgeci bir çıkışla Alman Birliği’ni kurması bu fikirlere dayanmaktadır. Almanların Birinci Dünya Savaşı öncesi kendi kültürel yakınlıklarına bağlı olarak Avrupa’da ani genişleme imkânı bulması bu sebeple gerçekleşmiştir. Hatta Osmanlı’yı yanına çekebilmesindeki organizasyonlara da bu yönde bakmak gerekmektedir. Haushofer’ın tezine esas kavram “Hayat Sahası” olmaktadır. Hitler’in sözünü ettiği konu da budur. Almanya bu kavramın peşinden giderek genişlemeyi öngörmüştür. Bir devletin hayat sahası gelişmesine yetmeyecek kadar küçük ise, genişlemelidir. Haushofer, kudretli devletlerin saha kazanmasını çok doğal bir neden olarak görmektedir. Onun için kudret sahibi olmak bir gerçekliktir.

Hava hâkimiyeti yaklaşımının temelleri I. Dünya Savaşı sonrasında İtalyan Generali Giulio Douchet ve ardından Amerikalı havacılar George T. Runner ve General William Mitchel tarafından atılmıştır. Runner’a göre, yeterli hava gücüne sahip olmadıkça bölgelerin önemi yoktur. Kara hâkimiyet teorisinde ifade edilen dünyanın kalbi önemini kaybetmiştir. Çünkü hava araçlarının kıtalar arasında kat edeceği en kısa geçiş yolu olan Kuzey Kutbu yeni bir kalpgâhtır. ABD, İngiltere ve SSCB başta olmak üzere birçok “büyük oynayan” ülke, bir taraftan işbirliği içinde olan ülkelerde hava üssü açarken diğer tarafta da uçak gemilerini kullanarak denizleri de kullanmaktadır. Ayrıca hava boyutu uzaya doğru genişlemiş; haberleşme ve istihbarat sağlama imkânlarının da ötesinde, anti-balistik atış platformlarının yerleştirilmesine de imkân sağlayacaktır.

Hava hakimiyetinin asıl fikri ilhamı Alexander P. De Seversky tarafından geliştirilmiştir. 1941 Pearl Harbor saldırısından sonra 1942 tarihinde Seversky “Hava Gücü Sayesinde Zafer” isimli filmi yayımladı.[2] Buna göre stratejik bombardımanın önemi ortaya kondu. Buna bağlı olarak B-36 ve B-47 Stratojet uçakları ABD Stratejik Hava Gücü’nün belkemiğini oluşturdu. Hatta nükleer silah kullanımı da bu güç ile gerçekleştirilmiştir. Teoriye göre, bir devletin dünya hâkimiyetini sağlayabilmesi için havada üstünlük sağlayan güçlü bir hava filosuna sahip olması gerekmektedir. Seversky’ın ilhamıyla, hava gücündeki gelişmeler eski jeopolitik teorilerin önemini ortadan kaldırmıştır. Hava vasıtaları coğrafi zorlukları, zaman ve mesafe kavramlarını da değiştirmektedir. Hangi coğrafya olursa olsun, hava gücüne önem veren yeterli ekonomik kaynaklara sahip bir devlet, hedefine kolaylıkla ulaşabilecek ve dahası dünyaya hükmedebilecektir.

Türkiye’de pek tartışılmasa da Avrasya fikri özellikle Rusya’da fazlaca tartışılmaktadır. Yeni-Avrasyacılığın fikrini savunanların başında Aleksandr Dugin vardır. Dugin’in “Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım”[3] isimli eseri bu fikri işlemektedir. Dugin, jeo-politiğin kapsamına bağlı kalarak, kara ve deniz hâkimiyeti modellerini günümüzün dünya siyaseti ile yorumlayıp Rusya merkezli bir anlatım şekli sunmaktadır. Dugin, Amerika’nın jeo-politiğini deniz merkezli Atlantikçi “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesine oturtmaktadır. Diğer taraftan Rusların işgal ettiği coğrafyayı, bugünün küresel dünyasına meydan okuyacak bir jeo-politik düzlem olarak tarif etmektedir. Rusya, Avrasya kıtasının kalpgâhında tarihsel bir güç olarak varlığını sürdürmektedir. Rusya olmadan Avrasya’da hiçbir düzenleme öngörülemez görülmektedir. Dugin, Anglo-Saxon Atlantikçi küreselleşmenin karşısına; kalpgâh konumundaki Rusya ile kenar kuşak ülkeleri olan, işbirliğine yanaşmış diğer Avrasyacı ülkeleri koymaktadır. Avrupa ayağında Almanya ile kurulacak ittifakın zorunluluğuna inanılmaktadır. Doğuda ise Japonya en uygun ülkedir. Böylece merkezinde Moskova’nın yer alacağı ve batıda Berlin’in, doğuda da Tokyo’nun yer alacağı yeni bir “İmparatorluk Avrasyası” planından söz edilmektedir.

Kara, deniz ve hava üzerine gelişmeler böyle, şimdi sıra başka bir derinliğe inmeli, değil mi? Paylaşımlar, kutuplaşmalar, gruplaşmalar, taraf ve benzer olma yolları…

Soğuk Savaş sona erince bazı entelektüeller ve politikacılar bir müddet bocaladılar. “Tek kutuplu olmak ne demek?” diye! Neyse ki Amerikalı akademisyenler ve politika yapıcılar dünyanın imdadına yetiştiler ve yeni stratejilerini ve doktrinlerini sahneye koydular.

Örneğin Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası”[4], Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması”[5] ve Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”[6] tezi bir hayli tartışıldı. 2000’li yılların başında Türkiye’deki çevreler dâhil dünyanın hemen her yerinde bu konular tartışılmaktaydı. Nasıl dünya savaşlarından önce bolca fikirler ortaya atılmış ve bunların yankıları olmuşsa, II. Dünya Savaşı’nın statükosu dağıldığında ortaya çıkan yeni durumda da benzer sıklıkta fikirler ortaya atılıyordu. Hatta ortaya çıkan düzene “Yeni Dünya Düzeni” de dendi. Yani artık her şey “yeni – neo” idi. Emperyalizmden söz edilecekse yeniden tanımlanmalı idi, sömürgecilikten bahsedilecekse yeni bir çerçeveye oturtulmalı idi, savaş yapılacak ise yeni metotlarla yapılmalı idi, insanlar organize edilecekse yeni söylemler geliştirilmeli idi…

Brzezinski’ye göre Çin ile işbirliğine dayanan bir ilişki Amerika’nın hem Avrasya jeo-stratejisi hem de Pasifik ekseni için zorunlu görülmektedir. Uzakdoğu’da yer alan Amerika, Çin ve Japonya bu çerçevede önem kazanmaktadır. Brzezinski ABD’nin Avrasya egemenliğinin batı gücünü doğuya doğru gelişen NATO ve AB; doğu gücünü de ABD, Çin, Japonya üçlüsünün işbirliğinde görmektedir. Avrasya’nın jeo-politik çok sesliliği, gelecek yüzyılda Trans-Avrasya Güvenlik Sistemi (TAGS) ile güçlenebilir gözükmektedir.

Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı makalesi Batı’nın çatışmacı mantığını gün yüzüne çıkaran bir itiraftır. Demek ki, fırsat bulduklarında Batılı bir akademisyen bu tezde savunduğu konularla karşımıza çıkacak! Nitekim Soğuk Savaş bitince Batı’nın bilinçaltı uyandı ve Huntington ile seslendi.

Medeniyetlerin bir çatışma içinde, Müslümanların savaşçı ve barbar bir dinin mensupları olduğu tezini Huntington’dan yıllar önce 1926’da I. Dünya Savaşı ortamındaki bakış açısıyla Basil J. Mathews[7] ortaya atmıştır. Yani Huntington’un bu düşüncesi İslam coğrafyası için yabancı değildir. Var olanı güncelleyen Huntington, Batı ve İslâm arasında tarihi süreçte sürekli var olan mücadelenin son bulma ihtimalinin olmadığını yinelemiştir. İdeolojik bölünmenin ortadan kalkmasından sonra bir yandan Batı Hıristiyanlığı arasında, diğer yandan ise İslâm ile Batı arasında kültürel bölünme yeniden ortaya çıkacaktır. Huntington, Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki fay kırığını Hıristiyanlığın kendi içindeki Katolik-Ortodoks fay hattından daha önemli görmektedir. Batı ve İslâm toplumları arasında Afrika’nın batısından Orta Asya’ya uzanan fay kırığı boyunca çatışmaların 1300 yıldır devam ettiğini ifade etmektedir.

Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu ve Son İnsan” isimli eseriyle daha ziyade yönetimin yapısı bağlamında bir sistemden söz etmektedir. İnsan doğasına en uygun yaşam biçiminin liberalizm ile mümkün olacağı ifade edilmektedir. Tarih boyunca görülen çatışmaların ise liberalizmi yıkmaya çalışanlarla savunanlar arasında gerçekleştiği savunulmaktadır. Monarşiler, imparatorluklar, dini merkezler hep liberal düşünceyi ve bu düşünce etrafında birleşenleri hedef almıştır. Hatta komünist ve faşist rejimler bile liberalizmin anti-tezleridir. Soğuk Savaş’ın neticesinde liberal Batı galip gelmiş, hatta Çin ve Rusya gibi ülkeler bile serbest piyasa düzenini tercih etmişlerdir. Fukuyama, bu zaferinden dolayı liberal demokrasinin tartışmasız üstünlüğünü ve değişmezliğini ileri sürmüş, dahası çatışmaya gerek duyulacak bir konu kalmayacağı için tarihin sonunun bile geldiğini iddia etmiştir.

Fukuyama’ya göre, liberal demokrasi ile kendini kanıtlayan “Batı’nın evrenselliği” karşısında; dinsel fanatizm, sol eğilimler ve etnik milliyetçilik birer düşmandır. Tarihin bu son evresinde diğer sistemler ve yapılar, Batı’nın üstün değerleri karşısında boyun eğmek zorunda kalacaktır. Fukuyama, Batılı değerlerin bir süre daha yayılma sürecinde olacağı öngörülmektedir. “Üçüncü Dünya Ülkelerinin” istikrarlı hale gelmeleri uzun sürebilir. Sonuçta tüm dünya liberal demokrasiye mutlaka ulaşacaktır.

Bu çerçevede bakılır ise ABD Başkanlık koltuğuna Obama’nın oturması ile birlikte işaret edilen, Afrika ve Ortadoğu’daki diktatörlüklerin yıkılması perspektifi Fukuyama ile örtüşür mahiyette görülmektedir. Serbest piyasa ekonomisine dayalı bir sistemin aradığı şey pazar, yani alıcılar yaratmak; diğer taraftan ise kaynakları sürprizlerden ve keyfiyetten uzak üretime dâhil etmektir. Eğer buna engel konumunda olan ülkeler var ise bunlara bir şekilde yardım edilip sistemlerinin küresel sistemle uyumlu olmasını sağlamak gerekmektedir. Yöntem ise mümkün mertebe halkın demokratik istekliliğini canlandıracak eksende, J. Nye’nin “Yumuşak Güç” fikriyle gerçekleştirilmesi şeklinde olmaktadır.

Stratejiler sürekli güçlüden yana geliştirilmiştir. Çoğu sunilikler içerir. Önce bir tasarım ifade edilmiş, daha sonra diğerlerinin bunu kabul etmesi istenmiştir. Uygulanan politikalar ve ekonomik kazanç beklentileri ilişkileri, neredeyse sürekli bir şekilde, ortaya atılan savlar doğrultusunda sonuç almaya yönlendirmiştir. Kaçınılmaz son olarak görülmeye başlayan projelendirme yöntemi asla insanlığa değil, ancak belirli zümrelere geçici yarar sağlamıştır. Kazanç-kayıp oranları dikkate alınacak olursa bu durum daha net görülebilecektir. Ama kimin umurunda! Değil mi? Bu stratejileri ortaya atanlar emperyal ve sömürgeci düşünceden asla vaz geçmemiştir. Amaçları ne insanların tümüne şamildir ne de dünyanın ev sahipliğini koruma ve geliştirmeye yöneliktir.

Çok belirginleşmiş görülmese de uzun zamandan beri, hatta sömürgecilik başladığından beri, refah toplumları büyük ölçüde Kutsal Kitap ekseninde olmuştur. Önceleri kilise ile birlikte politika üretip hareket edenler, daha sonra değişik politik örgütlenmelerle ellerindeki refah tablosunu korumak ve geliştirmek amacına hizmet etmiştir. Fikirler savaşı, savaşlar fikirleri ortaya koymuş ve insanlık Batılı toplumların bu umursamazlığı ile büyük bir darboğaza girmiştir. Fikirler gerginliği, kamplaşmayı ve silahlanmayı getirmiştir. Ama ilk bu dar boğazı fark edip kurtulmak isteyenler de yine emperyal ve sömürgeci karakterde olanlardır. Çünkü ulaştıkları güç seviyesinin avantajından istifade ederek, her türlü imkânı cazip kılıp kullanabilmekte ve düzenlemeler gerçekleştirebilmektedirler. Bu sanki kaçınılmaz bir insanlık süreci görünümü vermektedir. Korkutan taraf da burasıdır.

Ortaya atılan jeo-stratejik konular içinde Türkiye’yi merkeze koyarak bir anlatım sunan Batılı dikkate değer bir asker veya bir akademisyen çıkmadı. Hâlbuki Anadolu tarih boyunca kavimlerin beşiği ve geçiş yolu üzerinde olmuş; hemen ilk akla gelen şekli ile İskender’in, Roma’nın, Bizans’ın ve Osmanlı’nın köklü imparatorluklarına ev sahipliği yapmış; eğer din önemli ise semavi dinlerin merkezi olmuş bir coğrafyadır. İşte bu durumu gören Ahmet Davutoğlu 2001 yılında yayınladığı “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu”[8] isimli cılız eseriyle bir tez ortaya atmıştır.

Ama bu tür arayış ifade eden tezler hakim senaryoların yanına veya üstüne asla gelemeyecek denemelerdir. Eskinin kavramlarıyla, harita üzerinde gezinme zamanları çoktan geçmiştir. Haritaların hazırlanma mantığı bile değişmiştir. Çünkü günümüzdeki kavramlar teknolojiyle ve onu idare edebilecek güçlerle formüle edilebilir. Bizde de olmayan şey; bilim ve teknolojik öncülük!

Yeni Dünya Düzeni

Batı’nın tarihsel icraatlarına baktığımızda şunu görmekteyiz: “Şuraya sahip olan, buraya sahip olur!” Buna bir “sahip olma ve ele geçirme stratejisi ile hareket etme becerisi” mi desek acaba? I ve II. Dünya Savaşları neden yapıldı diye soramayız, ama sömürü düzeni ve savaşlar insanlığa büyük faturalar ödetti diyebiliriz.

Küreselleşmeye dek bu düşüncedekilerin sürekli bir “dünya merkezi” tarifleri ortaya atıldı. Diğer tarafta ise barış ve kaynaşmadan söz edilmektedir. Sonuçta strateji yapıyorum diye ortaya birçok harita çizimi ile çıkmak pek de yarar getiren bir sonuç doğurmamıştır. En azından insanlık bunun farkına varmış olmalıdır.

Avrupalı devlet sistemi benzeri biçimde milletlerin öne çıktığı II. Dünya Savaşı sonrası siyasi düzende emperyalizmin egemenliğine maruz kalan devletler, çok iyi birer ulus devlet savunucusu olmuşlardır. ABD’nin ulusları ekonomik ve politik kurumlar ve yöntemleri ile entegre etme girişimi bu altyapı üzerine kolaylaşmıştır. Bilgi çağının ön ayak olması yanı sıra politik açıdan SSCB de yıkılınca, küreselleşme süreci ivme kazanmıştır. Küresel dünya, politik, ekonomik, teknolojik, sosyal ve kültürel katılım ile kendine yeni bir düzen kurmuş görünmektedir. Bu aşamaya gelen dünya küreselleşmeye “Yeni Emperyalizm” mantığıyla bakmaya başladı.

Gücünü uluslardan alan yeni emperyalizm daha da evrilerek insanlara, “Artık kimliksiz olsanız da kabul edilir; ama siz adınıza yine de ulus deyin” şeklindeki imayı çağrıştırdı. Böylece minik ve zayıf karakterli uluslar türetiliyordu. Bu noktadan bakıldığında yeni yapıda, “İtiraz etme de kim olursan ol, yeter ki tüket,” temalı bir yaklaşım ön plana çıkmıştır.

Yeni emperyalizmin mantığı, “Herkesin emperyale bağlanma usullerini kendi iradesi ile oluşturması,” esasına göre çalışmaktadır. Kabı tutan emperyal güçtür. O sadece kabı sallar. Kap küresel çerçevedir. Kabın içindeki taşların iriliğine ufaklığına, kaba ne şekilde yerleştiklerine, hangisinin altta veya üstte olduğuna bakmaz. Ortaya çıkan görünüm tanınan “meşruiyet” olmaktadır. “Meşrudur…” denenle işler yürütülür. Ama bu diğerlerini bütünüyle dışlamak değildir. Kap bir gerekçe ile sallanır. Taşlar yerlerinde tekrar oynatılır ve yeni bir meşruiyet tanımlanabilir.

Küreselleşen bu modern ve post-modern kültür ve içindeki serbest pazarın istismarı hedefleyen yöntemleri insanları mutluluk ve özgürlük vaatleriyle etkilemektedir. Buna Amerikalı bakış açısıyla “Yaşam Tarzı” veya “Yaşam Standardı” diyenler vardır.

Adı ne olursa olsun, bir tür “özgürlüklerin teslimi ve geliştirilmesi” mantığındaki yeni egemen tarzın işletilmesini görmekteyiz. Sistemin dışında kalma özgürlüğünün olmadığı bir özgürlükten bahsediyoruz. İnsanlara yardım etmek için bile yine “ana” bir sistemin onayına ihtiyaç duyulmaktadır.

Burada bir “sistem” olarak tarif edilen nedir? Mevcut kavram ve kurumları kendi amaçları için kullanan, her bir konuda vahşi ve baskıcı bakış açısına sahip yerel veya küresel oligarşidir. Başlı başına bu ne bir ülke, ne bir kurum, ne bir şirket, ne bir şahıstır. “Yeni egemen” diyebileceğimiz bir güç mekanizmasıdır.

Günümüzde post-modernist yaklaşımlarla “yeni stratejilerin” de ortaya çıktığına şahit olmaktayız. Bunlardan en etkin olanı Yumuşak Güçtür. Yeni stratejide harita çizmek yoktur. Çünkü küresel bir yaklaşım vardır. Tüm yerküre işin içindedir. Bu kapsamda Amerika Yumuşak Güç kavramından sonra dünyayı yönetmenin basit ve yeni şeklini tanımlamıştır.

J. Nye bakın ne diyor[9]: “Askeri veya ekonomik güç olsun, şiddet içermektedir. Şiddet içeren güç cezbetmeye veya sevmeye ya da tehdit etmeye veya dövmeye yarar. Buna karşılık bir ülke diğerine hayranlık duyar, onu izler, refah toplumu olur ve hatta onu da izleyenler olur ise dünya politikası açısından hedef elde edilmiş demektir. Gücün bu yönü, yani başkalarının kendi istedikleri şeyleri isteyecek hale getiren yönü, yumuşak güçtür.

Buradaki temada öne çıkan fikir artık insanlara; “Gel zorla bunu al!” demedikleridir. Her coğrafyadaki insana hitap edilir. Din, dil, ırk gibi kimlikler sorun edilmez. Ortamın hazırlanması ve her şeyin bu doğal ortam içinde seyretmesi beklenir. Doğal ortamın elementleri içinde “bilişim ve medya” ile ilgili her düzenek vardır. İnsanların bilincine, arzusuna, beklentilerine, ruhuna hitap edilmektedir. Kaçışı olmayan bir yöntem olup, aslında sinsidir. Aynı zamanda yoğundur. Bunu yapmak için sadece ekonomiye değil, bilgi ve sistemlerine de ihtiyaç vardır. Bunu iyi yapanlar refah sıralamasında yol alırlar.

Bu stratejide silahlar gizli tutulur ve sivil ortama dâhil edilmez. En azından izlenim böyle verilir. Buna karşılık ateşli silahların yerini başka şeyler almıştır. Günlük hayatınızda bireyler nelerin bombardımanına tutuluyorlar? Sinema, reklam, televizyon, moda, oyun, üniversite, kitap, mobil iletişim için küresel sistem, bilgisayar, elektronik ileti, müzik, video, klip, besin, market, ödüllendirme, şanslı görme… Hepsi sizi etkilemekte ve yönlendirmektedir.

Yumuşak gücün toplumları etkilemesi için imaj önemlidir. Başkanlık makamı bu iş için başlangıcı oluşturan bir noktadır. Halkın ve dünyanın görmek istediği bir imajla yola çıkılır. Amerika’da bu fikre dair son dönemlerin örneklerinden en belirginleri; Soğuk Savaş’ın galibi eski aktör Başkan Ronald Reagan, hem Amerika’ya hem de dünyaya yumuşak (soft) bir izlenim vermiş saksafon çalabilen Clinton, yine demokrat ve yumuşak bir yüz olan Başkan Obama’dır. Obama genç, dinamik, güler yüzlü ve siyahî olması ile Teksaslı kovboy Bush’lardan sonra küresel imajda önemli bir ilk oldu. Dedesi bir Müslüman olan Başkan Obama tam bir “Yumuşak Başkan” görüntüsü vermektedir. Amerika, Barrack Hussein Obama ile dünyaya dolaylı olarak şu mesaj verdi: “Amerika bile bir siyahî vatandaşını başkan yaptı, siz de artık keskin anlayışlarınızı törpüleyin!”

Aslında Amerika için bir yumuşak, bir sert tavırlı kişiliğin yönetime getirilmesine de rastlanmaktadır. Belki de; yüzü eskitmemek, herkesin isteğine uygun konuları zamana yaymak ve büyük hataların bile demokrasi içinde eritilebileceği düşüncesini yerleştirmek ve hatta her şeyi affedilebilir kılmak için bu uygulanan bir yöntemdir. Bu kapsamda George Bush başkan oldu. 1991’de Körfez Savaşı’nı gerçekleştirdi. 1992’de Bosna Harekâtı başladı. Cumhuriyetçi baba Bush’tan sonra Amerika Demokrat Clinton’u seçmişti. Sosyal ve ekonomik ağırlıklı konulara eğilmişti. Jeo-politik konularda bile yumuşama havası vardı. Ardından Demokrat Parti’den harp gazisi oğul Bush Başkan oldu. Irak, İran ve K. Kore’yi “Şer Üçgeni” olarak tanımladı. Koltuğa oturur oturmaz New York Dünya Ticaret Merkezi’ne 11 Eylül 2001 saldırısı gerçekleşti. “Asimetrik Savaş” ve “Terörizmle Savaş” resmen dünyaya maloldu. Bush, Ekim 2001’de Afganistan’a saldırdı. 2003 yılında Irak’a girdi. Sertlik yanlıları kendilerine Yeni Muhafazakar (Neo-Con) adını taktılar. Fukuyama Irak’taki duruma bakarak bu grubun etkinliğinin tamamlandığını bile söyledi.[10] Daha sonra yine demokrat ve yumuşak bir yüz 2008’de başkanlık koltuğuna oturdu. Başkan Obama dünyada stresi azaltacak politikalar yürüttü. Ülkesinde temelde sağlık konusuyla ilgilendi. Irak’tan asker çekti. Küresel Mali Kriz oldu ve belli miktardaki Dolar hareketleri küresel düzene işletildi.

Askeri alandaki asimetrik savaşa paralel olarak ekonomide de asimetrik bir savaş devam etmektedir. Yumuşak güçlerle saldırıda bulunan ülke veya toplumlar klasik yöntemleri kullananlara karşı sürekli bir galibiyet içerisindedir. Askeri asimetriye tam ters olarak ekonomik asimetri dünya savaş alanındaki nedensellikleri tarif eder görünümdedir. Batı’nın İslâm’a karşı insanlığın sonuna kadar süreceği iddia edilen bir savaş. ABD zorlaması ile ortaya çıkmış, olayı ve tecrübesi kavramın ortaya konuşundan yaşatılmıştır.

“Uzun Savaş”[11] İslâm ile savaşı konu alarak üretilmiş bir kavramdır. İslâm’ı terör ile özdeşleştirerek gerekli tedbirler alınmasını emreder. Teröre karşı tedbirler, bilgi harbi, Müslüman ülkelerin etkin olduğu coğrafyaların kontrolü gereklidir. Yumuşak güç kullanma, ikna yolları bulma, ortak hareket etme, piyasa ekonomisine dönüştürme gibi yöntemlerle zenginleştirilir. Ama işkence, terör, canlı bomba, siber taarruz, psikolojik harekât gibi birçok savaşın istenmeyen yüzünü içine alır. Olmayan bir konuya dayandırıldığı için kavramın değişikliğe uğraması söz konusudur. Sürekli düşmanlık ile insanı ve insancıları karşı karşıya getirir. Beklentisi “fiili düşmanlık” ve “kontrollü savaş” olup tecrübe beklentisi arttıkça kavram güçlenir. Çatışma alanları yaratılmasını gerekli kılar. İddialı ve dayatmacı bir kavramdır ve her şeyi bağlamında düzenlemeyi amaçlar.

Son dönemde; Ağırlık Merkezli Savaş, Ağ Merkezli Savaş, Bilgi Harbi, Asimetrik Savaş gibi birçok savaş türleri tanımlandı, teşkiller oluşturuldu, altyapıları kuruldu, denendi. Silahlanma şekli de değişti. Örneğin bir hava vasıtası terörizme, elektronik karıştırmaya göre silahlar taşır oldu. Yeni nesil uçakların lojistiğinden tutun, bütün kontrolü, küresel tanımlamalar adı altında aynı amaç etrafında örgütlenen hâkim ülkelerin müşterek organizasyonları ile tanımlandı.

Günümüz çatışmalarındaki bir diğer konu da asimetrik savaştır. Simetrik savaşta ordu orduya, asker askere karşıdır. Asimetrik savaşta karşı tarafta kimin olduğu belli değildir. Asimetrik savaş terörü kullanır. Terörizm insanlık ayıbıdır. Terörün hedefi masumlardır. Dili eylemdir. Sinsilik, zalimlik, fesat gibi kabul edilemez yöntemleri kullanır. Böyle bir intikam alma, zora koşma, alt etme yöntemi insanlık için tam bir fiyaskodur. Çünkü hedef geri plandadır ve bunu elde etmek için masumların öldürülmesi bile söz konusu olur. Korku ve dehşet saçarak sansasyonla meydan okuma yolu seçilmiştir.

Barışçı olacaklarla; savaş ve fitneyi kendine yöntem olarak alan toplumları insanlık ayırt edecektir. İnsanlığın safiyane yaşamına çeşitli yöntemlerle küfür etmişlerin savunulması kabul edilemez. Böyle davranış sergileyen toplumlar ile savunma amaçlı savaş meşrudur. Kötülerin, insancıların çabaları fikirdaş olmak yönündedir. Bir başka yöntem olan diplomasi ile bazen küfrü onaylatmak isterler. Bir şekilde düşüncelerinin ve eylemlerinin onaylanmasını beklerler. İnsanlığa ihanet içinde olan bu topluluklar hiçbir şekilde dost değildir. Yanlıştan vazgeçip insanlığa hizmet etmede doğru yolu seçenlerle anlaşma yapıldı ise şartlara uyulacaktır. Savaşta taraf olmayan, dost ve tarafsız olduğu kanıtlananlara ise asla zarar verilmez. İnsan neslini korumak en başlıca ilkedir.

Tarihin bu döneminde Müslüman totaliter rejimlerinde özgürlük hareketleri görülüyor. Bazıları ibretlik sorunları da beraberinde sürüklüyor, bazıları ise az hasarlı çatışmalarla gerçekleştiriliyor. Demokrasilerde özgürlük çok genel anlamda; seçim sandığına oy atarken, ekonomide tüketirken; sosyal yapıda ise seyahat ederken, insan kendini ifade ederken; diğer taraftan basınla, derneklerle, inancının gereğini yaparken karşılaşılan bir kavramdır. Diğer rejimlerde ise özgürlük kavramı ülkesine, liderine ve toplumun geleneklerine bağlı olarak gelişir; bazen sahte seçim sandığına oy atarken, mal ve hizmeti tüketirken; bazen birey kendi evinde veya işyerindeyken; eğer sorun yoksa inancının hizmetini yaparken karşılan bir kavramdır. Hukuk ve kamu düzeni özgürlük için kulvarları belirler. Meseleye göre kulvarların yeterliliği tam ise sorun olmaz; eksikse veya yoksa normal şartlarda düzenlemeye gidilmesi gerekir. Hatta özgürlük denetlenir, kritik edilir ve geliştirilir. Usuller bir toplumdan diğerine önerilebilen bir şeydir. Örneğin özgür bir toplum, sınırlı özgürlüğe sahip bir ülkeye “şunu yaparsan, senin de olur” diyebilir. Bu işleri takip eden kurumlar veya sivil toplum örgütleri bile vardır. Bu tür sivil toplum örgütlerinin hedefi baskıcı olarak tanımladıkları ülkeleri özgür yapmaya çaba sarf etmektir. Bütün amaç Karl Popper’ın da dediği gibi “açık bir toplum” yaratmaktır.[12] Amerika özgürlük teması üzerine kuruldu. Kapitalizm özgürlükle eşdeğer görüldü. Küresel ekonomik sistem özgürlüklere verdiği primle büyüdü. İnsan kavramsal olarak özgürdür. Anayasalar bile böyle diyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi buna ait çalışmalar içindedir.

Ama bu ortamda bile özgürlük nereden başlıyor, nerede son buluyor; düşünmek gerekmez mi? Özgürlükler bahane edilip insanlar öldürülebilir mi? Özgürlük talebi nerden geldi? “Özgür olmak istiyorum” diyen kim? Ekonomik çıkarlar bu işin ne kadar içinde? Ekonomik çıkarlar toplumları “özgür veya değil; medeni veya değil” diye, hangi amaçla tasnif ediyor? Gerçekten insanlığın menfaatine bir durum ise ki bunun tersini hiç kimse savunamaz, çatışma kültürü oluşturmadan ve üstelik insanları öldürmeden bu iş için dayanışmayla bir çözüm oluşturulamaz mı? Elbette çözüm var. Yumuşak güç yöntemleri ne güne duruyor? Peki, çılgınca tüketmek ve başta üreticilerin, tacirlerin, stratejik değerleri elinde tutmak isteyenler ve bunlara hizmet eden siyasilerin içine yerleşmiş insancıların çıkarı için, az hasarlı özgürlük hareketler sizce onaylanabilir mi? Şu anda egemen küresel kültür hakkında yapılan tespite göre gelinen seviyeye; “insanlığın geldiği iyi seviye” diyebilmek için bazı endişelerin giderilmesi gerekmez mi?

Yeni bir dünya sistemine doğru arayış devam ediyor. Eski tabiri ile enternasyonalizm, aynı mantıkla ama yeni bir isimle yerini bulacak. Komünizmin ve sosyalizmin ütopyası olarak “enternasyonal” bir dünya öngörülmüştü. Fakat bu siyasi formlar kapitalizme yenik düşünce bir süre kavram beklemişti. Kapitalizmin liberal demokrasi ve serbest piyasa ile birleşmesi ile bir ivme kazanılmış ve kürede her coğrafyada aynı veya benzer yönetimlerin kurulmasını yaygınlaştırma eğilimi artmıştır. Yeni-liberal enternasyonalizm,  modernizm ve post-modernizmin politikada belirleyici olmasından sonra tekrar değer kazanmış bir kavramdır. Uluslararası olma paralelinde seyahat, haberleşme, ticaret, simge yayılması gibi konulardaki aşırı yayılma eğilimi geleceğin siyasal tarifinde enternasyonalizmi tekrar gündeme getirmiştir. Immanuel Wallerstein benzer yaklaşımla “Dünya Sistemi”[13] iddiasını ortaya atmıştır. Daha ileri gidenler uluslararası bir düzenin inşası için tartışmalara başlamışlardır bile. Biraz idealist düşünce olarak eleştirilse de en azından mal ve hizmetlerin dolaşımına, internet sistemlerinin izdüşümüne veya takip edilen moda alışkanlıkların yayılmasına bakılırsa, fiili bir durumun söz konusu olduğunu iddia edenler bile ortaya çıkmıştır. Barış, eşitlik, paylaşma, adalet ve küresel sivil sistem kurma gibi pozitif çağrışımları vardır. Buna karşılık modern kölelik sisteminin düzeni olarak da gösterilmektedir.

Yeni Egemenlik Projesi

Evet! Buna “proje” demek daha doğru olur. Yeni Küresel Devrim[14] ve Post-kapitalizm[15] başlıklı incelemelerimde de ifade ettiğim gibi dünya düşünce ağırlıklı ama her alana hakim bir yeni dönüşümün evresindedir. Buradaki değerler bütünüyle para-pul gibi metadan ileri, “kudret” kavramıyla açıklanabilecek bir yapının dinamikleri üzerine tesis edilmektedir. Küresel mega-kentlerin birbirine entegre güçlü yapılarla dünya nüfusunun kaymağını ağırlaması üzerine bir çaba sürmektedir. Projenin yerleşik yaşamla ifade edilir hali 2030’lardan sonra olacak şekilde görülmektedir.

Böyle bir dünyanın yeni çatışma alanları çok daha geniş, çok daha derin, çok daha içselleşebilen, çok daha etkileyici, çok daha insanlıkla ilgili şekilde tanımlanabilir. Dünyanın karaları, denizleri ve uzayı gibi belli alanların işaretlenmesine gerek yoktur artık. Sanal dünya da devrededir. Mesafeler, sınırlar ve duvarlar anlamsızdır.

“Küreselleşmiş,” “açık bir toplum” olmuş, “neo-liberal demokrasi” ile yönetilen, “post-kapitalizmin yeni-sömürgecilik anlayışı” etrafında buluşmuş bir yaşam kurgusu içinde “dost ve düşman” kavramları “bendensin veya değil” ile çok net belirginleştirilmiştir. Savaş stratejileri ise Ağırlık Merkezli, Ağ Merkezli, Bilgi Harbi ve Asimetrik olarak tanımlanmıştır. Asıl savaşın adı da “Uzun Savaş” şeklindedir.

Sonuç

“İnsanlığın Stratejileri” adını koyduğumuz bu yazı ile insanlığın zamanı ve mekanı nasıl sıkıştırıp bir ilerlemeymiş gibi takdim ettiğine tanık olmaktayız. Aslında egemenlik kavramına, insanlık kültürü artıkça buna paralel olarak, meşru bir yapı haline dönüştürerek yaklaşan diğer kavramları, modelleri, projeleri ve stratejileri takip ediyoruz. Değişik çevrelerce her defasında yeni umutlar beslenebilir. Ama görünen o ki, bir gelişme şeklinde takdim edilse bile, her adımda insanlık kendini daha derinlere gömmeye devam ediyor. Çünkü sürekli diğer bir insanı kendine düşman belliyor. Bunun tersini düşünmek de ne demek?


[1] Bkz., George F. Kennan, American Diplomacy, University of Chicago Press, 1984.

[2] Alexander P. De Seversky, Victory Through Air Power, Walt Disney Filmi, 1942.

[3] Bkz., Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım, Küre Yayınları, İstanbul, 2010.

[4] Bkz., Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, çev. Ertuğrul Dikbaş, Ergun Kocabıyık, Sabah Kitapları, 2. Baskı, 1998, İstanbul.

[5] Bkz., Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, Derleyen Murat Yılmaz, Vadi yayınları, 3. Baskı, 2000, İstanbul.

[6] Bkz., Francis Fukuyma, Tarihin Sonu ve Son İnsan (Yeni Dünya Düzeni Nedir?), çev. Zülfü Dicleli, Gün Yayıncılık, 2. Baskı, 1999, İstanbul.

[7] Bkz., Basil J. Mathews, Young Islam on Trek; A Study in the Clash of Civilizations, New York, 1926.

[8] Bkz., Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul, 2001.

[9] Joseph S. Nye, Amerika’nın Gücünün Paradoksu, Literatür Yayıncılık, 2003, İstanbul, s. 29.

[10] Neo-Con: Neo-Conservative (Yeni Muhafazakârlar); Francis Fukuyama, Neo-Conların Sonu, Profil Yayınevi, Çev. Hasan Kaya, İstanbul. 2006, s. 24.

[11] Jacquelyn K. Davis, Radical Islamies Ideologies and the Long War Implications for US Strategic Planning end US Central Command’s Operations, The Institute for Foreign Policy Analysis, IFPA, 2007.

[12] Bkz., Karl R. Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, çev. Harun Rızatepe, Remzi Kitabevi, 1994.

[13] Bkz., Immanuel Wallerstein, Dünya-Sistemleri Analizi, çev. Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy, bgst Yayınları, 2. Baskı, 2011, İstanbul.

[14] Gürsel Tokmakoğlu, Yeni Küresel Devrim, Muttakilik, 08 Nisan 2014, https://muttakilik.com/yeni-kuresel-devrim/

[15] Gürsel Tokmakoğlu, Post-kapitalizm, Muttakilik, 14 Nisan 2014, https://muttakilik.com/post-kapitalizmin-yonetim-erki/

Exit mobile version