insanligin-stratejileri
İnsanlığın Stratejileri

İnsanlığın Stratejileri

29 Nisan 2014
Okuyucu

Serüvene kara, deniz ve hava stratejileri ile başlayacağız. Bu konularda öne çıkan stratejistleri hatırlayacağız. Yeni egemenlik stratejisine geçiş aşamasındaki karmaşayı tartışacağız. 2030’ların stratejisini açıklayacağız.

Stratejist Yaklaşımı

Asıl kara stratejistleri Türkler idi. Neredeyse Pasifikten Atlantik’e kadar at sürdüler. Ancak belirgin bir kara stratejisi yazıp bırakmadılar, örnek oldular. Onlar yerine başkaları yazdı çizdi. Yakın zamana kadar Çinli General Sun Tsu’nun stratejik yaklaşımlarını okuduk. Dünya döndü, gücün odak noktası da döndü. Stratejik yaklaşımlar da güce bağlı ifade edilir oldu. Bugün gelinen noktada küresel bir bakış hakim.

Amerikalı Amiral Alfred Thayer Mahan Deniz Hâkimiyet Teorisi’ni ortaya attı. Denizle egemenlik kurma yolunun sistemleştirilmesinin kitabi kısmı bu şekilde açıklanabiliyor, derslerde okutulabiliyordu. İnsanlık karnını doyurmak için deniz kenarlarını seçmişti, bereket ve ulaşım kolaylığı vardı. Dolayısıyla denizlere ilişkin bir strateji zenginlik ve hakimiyet demekti.

İngiliz Halford John Mackinder, XX. Yüzyılın mimarları arasında yer alır. Ortaya attığı mihver  ve kalpgâh kavramları ile özellikle günümüz jeo-politiğinin kurucusu, diğer taraftan da güçler mücadelesinin saflarının belirleyicisi olmuştur. Mackinder, T. Hobbes’un geleneğine sadık kalarak, “İnsanlar devlet için yaratılmışlardır!” düşüncesini savunur.

Amerikalı Uluslararası İlişkiler Profesörü Nicholas J. Spykman, Mackinder’in kalpgâh fikrinden hareketle “Kenar Kuşak” teorisini ortaya atmıştır. Dünya Savaşı sonrasında George F. Kennan tarafından geliştirilen bu teorinin de etkilerini taşıyan “Çevreleme Politikası”[1] sürpriz bir şekilde tarih sahnesine çıkan SSCB’yi hedeflemiştir. Kennan’ın eserlerinin neredeyse tamamı Soğuk Savaş süresi içinde Amerika ve müttefiklerini bir bütünlük içinde tutacak mahiyette olmuştur. “İki Kutuplu Dünya” Spaykman’dan yola çıkılarak Kennan’la devam eden çerçevede geliştirilmiştir. Örneğin, 1947’den sonra Türkiye ve Yunanistan’ı desteklemeye yönelik Truman Doktrini, NATO, CENTO, SEATO gibi organizasyonların kurulması, Türkiye’nin NATO’ya alınması gibi gelişmeler Spykman’ın kenar kuşak teorisi ve Kenan’ın çevreleme politikası ile ilinti kurulan gelişmeler olmuştur.

Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nda da ortaya çıkarak büyük kayıplara yol açan ideallerini göz önünde bulundurursak, üstün insan yaratma fikrinin de ötesinde jeo-stratejik bağlamda bazı tasarımlarının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Örneğin Friedrich Ratzel’in “Siyasi Coğrafya” adlı eseri 1897’de yayımlanmıştır. Ratzel’in düşüncesi, jeo-stratejiye sadece coğrafyacı ve sömürgeci bakışla şekil vermek değil, politik gerçeklikleri de dikkatten uzak tutmamakla ilgilidir. Bismark’ın sömürgeci bir çıkışla Alman Birliği’ni kurması bu fikirlere dayanmaktadır. Almanların Birinci Dünya Savaşı öncesi kendi kültürel yakınlıklarına bağlı olarak Avrupa’da ani genişleme imkânı bulması bu sebeple gerçekleşmiştir. Hatta Osmanlı’yı yanına çekebilmesindeki organizasyonlara da bu yönde bakmak gerekmektedir. Haushofer’ın tezine esas kavram “Hayat Sahası” olmaktadır. Hitler’in sözünü ettiği konu da budur. Almanya bu kavramın peşinden giderek genişlemeyi öngörmüştür. Bir devletin hayat sahası gelişmesine yetmeyecek kadar küçük ise, genişlemelidir. Haushofer, kudretli devletlerin saha kazanmasını çok doğal bir neden olarak görmektedir. Onun için kudret sahibi olmak bir gerçekliktir.

Hava hâkimiyeti yaklaşımının temelleri I. Dünya Savaşı sonrasında İtalyan Generali Giulio Douchet ve ardından Amerikalı havacılar George T. Runner ve General William Mitchel tarafından atılmıştır. Runner’a göre, yeterli hava gücüne sahip olmadıkça bölgelerin önemi yoktur. Kara hâkimiyet teorisinde ifade edilen dünyanın kalbi önemini kaybetmiştir. Çünkü hava araçlarının kıtalar arasında kat edeceği en kısa geçiş yolu olan Kuzey Kutbu yeni bir kalpgâhtır. ABD, İngiltere ve SSCB başta olmak üzere birçok “büyük oynayan” ülke, bir taraftan işbirliği içinde olan ülkelerde hava üssü açarken diğer tarafta da uçak gemilerini kullanarak denizleri de kullanmaktadır. Ayrıca hava boyutu uzaya doğru genişlemiş; haberleşme ve istihbarat sağlama imkânlarının da ötesinde, anti-balistik atış platformlarının yerleştirilmesine de imkân sağlayacaktır.

Hava hakimiyetinin asıl fikri ilhamı Alexander P. De Seversky tarafından geliştirilmiştir. 1941 Pearl Harbor saldırısından sonra 1942 tarihinde Seversky “Hava Gücü Sayesinde Zafer” isimli filmi yayımladı.[2] Buna göre stratejik bombardımanın önemi ortaya kondu. Buna bağlı olarak B-36 ve B-47 Stratojet uçakları ABD Stratejik Hava Gücü’nün belkemiğini oluşturdu. Hatta nükleer silah kullanımı da bu güç ile gerçekleştirilmiştir. Teoriye göre, bir devletin dünya hâkimiyetini sağlayabilmesi için havada üstünlük sağlayan güçlü bir hava filosuna sahip olması gerekmektedir. Seversky’ın ilhamıyla, hava gücündeki gelişmeler eski jeopolitik teorilerin önemini ortadan kaldırmıştır. Hava vasıtaları coğrafi zorlukları, zaman ve mesafe kavramlarını da değiştirmektedir. Hangi coğrafya olursa olsun, hava gücüne önem veren yeterli ekonomik kaynaklara sahip bir devlet, hedefine kolaylıkla ulaşabilecek ve dahası dünyaya hükmedebilecektir.

Türkiye’de pek tartışılmasa da Avrasya fikri özellikle Rusya’da fazlaca tartışılmaktadır. Yeni-Avrasyacılığın fikrini savunanların başında Aleksandr Dugin vardır. Dugin’in “Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım”[3] isimli eseri bu fikri işlemektedir. Dugin, jeo-politiğin kapsamına bağlı kalarak, kara ve deniz hâkimiyeti modellerini günümüzün dünya siyaseti ile yorumlayıp Rusya merkezli bir anlatım şekli sunmaktadır. Dugin, Amerika’nın jeo-politiğini deniz merkezli Atlantikçi “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesine oturtmaktadır. Diğer taraftan Rusların işgal ettiği coğrafyayı, bugünün küresel dünyasına meydan okuyacak bir jeo-politik düzlem olarak tarif etmektedir. Rusya, Avrasya kıtasının kalpgâhında tarihsel bir güç olarak varlığını sürdürmektedir. Rusya olmadan Avrasya’da hiçbir düzenleme öngörülemez görülmektedir. Dugin, Anglo-Saxon Atlantikçi küreselleşmenin karşısına; kalpgâh konumundaki Rusya ile kenar kuşak ülkeleri olan, işbirliğine yanaşmış diğer Avrasyacı ülkeleri koymaktadır. Avrupa ayağında Almanya ile kurulacak ittifakın zorunluluğuna inanılmaktadır. Doğuda ise Japonya en uygun ülkedir. Böylece merkezinde Moskova’nın yer alacağı ve batıda Berlin’in, doğuda da Tokyo’nun yer alacağı yeni bir “İmparatorluk Avrasyası” planından söz edilmektedir.

Kara, deniz ve hava üzerine gelişmeler böyle, şimdi sıra başka bir derinliğe inmeli, değil mi? Paylaşımlar, kutuplaşmalar, gruplaşmalar, taraf ve benzer olma yolları…

Soğuk Savaş sona erince bazı entelektüeller ve politikacılar bir müddet bocaladılar. “Tek kutuplu olmak ne demek?” diye! Neyse ki Amerikalı akademisyenler ve politika yapıcılar dünyanın imdadına yetiştiler ve yeni stratejilerini ve doktrinlerini sahneye koydular.

Örneğin Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası”[4], Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması”[5] ve Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”[6] tezi bir hayli tartışıldı. 2000’li yılların başında Türkiye’deki çevreler dâhil dünyanın hemen her yerinde bu konular tartışılmaktaydı. Nasıl dünya savaşlarından önce bolca fikirler ortaya atılmış ve bunların yankıları olmuşsa, II. Dünya Savaşı’nın statükosu dağıldığında ortaya çıkan yeni durumda da benzer sıklıkta fikirler ortaya atılıyordu. Hatta ortaya çıkan düzene “Yeni Dünya Düzeni” de dendi. Yani artık her şey “yeni – neo” idi. Emperyalizmden söz edilecekse yeniden tanımlanmalı idi, sömürgecilikten bahsedilecekse yeni bir çerçeveye oturtulmalı idi, savaş yapılacak ise yeni metotlarla yapılmalı idi, insanlar organize edilecekse yeni söylemler geliştirilmeli idi…

Brzezinski’ye göre Çin ile işbirliğine dayanan bir ilişki Amerika’nın hem Avrasya jeo-stratejisi hem de Pasifik ekseni için zorunlu görülmektedir. Uzakdoğu’da yer alan Amerika, Çin ve Japonya bu çerçevede önem kazanmaktadır. Brzezinski ABD’nin Avrasya egemenliğinin batı gücünü doğuya doğru gelişen NATO ve AB; doğu gücünü de ABD, Çin, Japonya üçlüsünün işbirliğinde görmektedir. Avrasya’nın jeo-politik çok sesliliği, gelecek yüzyılda Trans-Avrasya Güvenlik Sistemi (TAGS) ile güçlenebilir gözükmektedir.

Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı makalesi Batı’nın çatışmacı mantığını gün yüzüne çıkaran bir itiraftır. Demek ki, fırsat bulduklarında Batılı bir akademisyen bu tezde savunduğu konularla karşımıza çıkacak! Nitekim Soğuk Savaş bitince Batı’nın bilinçaltı uyandı ve Huntington ile seslendi.

Medeniyetlerin bir çatışma içinde, Müslümanların savaşçı ve barbar bir dinin mensupları olduğu tezini Huntington’dan yıllar önce 1926’da I. Dünya Savaşı ortamındaki bakış açısıyla Basil J. Mathews[7] ortaya atmıştır. Yani Huntington’un bu düşüncesi İslam coğrafyası için yabancı değildir. Var olanı güncelleyen Huntington, Batı ve İslâm arasında tarihi süreçte sürekli var olan mücadelenin son bulma ihtimalinin olmadığını yinelemiştir. İdeolojik bölünmenin ortadan kalkmasından sonra bir yandan Batı Hıristiyanlığı arasında, diğer yandan ise İslâm ile Batı arasında kültürel bölünme yeniden ortaya çıkacaktır. Huntington, Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki fay kırığını Hıristiyanlığın kendi içindeki Katolik-Ortodoks fay hattından daha önemli görmektedir. Batı ve İslâm toplumları arasında Afrika’nın batısından Orta Asya’ya uzanan fay kırığı boyunca çatışmaların 1300 yıldır devam ettiğini ifade etmektedir.

Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu ve Son İnsan” isimli eseriyle daha ziyade yönetimin yapısı bağlamında bir sistemden söz etmektedir. İnsan doğasına en uygun yaşam biçiminin liberalizm ile mümkün olacağı ifade edilmektedir. Tarih boyunca görülen çatışmaların ise liberalizmi yıkmaya çalışanlarla savunanlar arasında gerçekleştiği savunulmaktadır. Monarşiler, imparatorluklar, dini merkezler hep liberal düşünceyi ve bu düşünce etrafında birleşenleri hedef almıştır. Hatta komünist ve faşist rejimler bile liberalizmin anti-tezleridir. Soğuk Savaş’ın neticesinde liberal Batı galip gelmiş, hatta Çin ve Rusya gibi ülkeler bile serbest piyasa düzenini tercih etmişlerdir. Fukuyama, bu zaferinden dolayı liberal demokrasinin tartışmasız üstünlüğünü ve değişmezliğini ileri sürmüş, dahası çatışmaya gerek duyulacak bir konu kalmayacağı için tarihin sonunun bile geldiğini iddia etmiştir.

Fukuyama’ya göre, liberal demokrasi ile kendini kanıtlayan “Batı’nın evrenselliği” karşısında; dinsel fanatizm, sol eğilimler ve etnik milliyetçilik birer düşmandır. Tarihin bu son evresinde diğer sistemler ve yapılar, Batı’nın üstün değerleri karşısında boyun eğmek zorunda kalacaktır. Fukuyama, Batılı değerlerin bir süre daha yayılma sürecinde olacağı öngörülmektedir. “Üçüncü Dünya Ülkelerinin” istikrarlı hale gelmeleri uzun sürebilir. Sonuçta tüm dünya liberal demokrasiye mutlaka ulaşacaktır.

Bu çerçevede bakılır ise ABD Başkanlık koltuğuna Obama’nın oturması ile birlikte işaret edilen, Afrika ve Ortadoğu’daki diktatörlüklerin yıkılması perspektifi Fukuyama ile örtüşür mahiyette görülmektedir. Serbest piyasa ekonomisine dayalı bir sistemin aradığı şey pazar, yani alıcılar yaratmak; diğer taraftan ise kaynakları sürprizlerden ve keyfiyetten uzak üretime dâhil etmektir. Eğer buna engel konumunda olan ülkeler var ise bunlara bir şekilde yardım edilip sistemlerinin küresel sistemle uyumlu olmasını sağlamak gerekmektedir. Yöntem ise mümkün mertebe halkın demokratik istekliliğini canlandıracak eksende, J. Nye’nin “Yumuşak Güç” fikriyle gerçekleştirilmesi şeklinde olmaktadır.

Stratejiler sürekli güçlüden yana geliştirilmiştir. Çoğu sunilikler içerir. Önce bir tasarım ifade edilmiş, daha sonra diğerlerinin bunu kabul etmesi istenmiştir. Uygulanan politikalar ve ekonomik kazanç beklentileri ilişkileri, neredeyse sürekli bir şekilde, ortaya atılan savlar doğrultusunda sonuç almaya yönlendirmiştir. Kaçınılmaz son olarak görülmeye başlayan projelendirme yöntemi asla insanlığa değil, ancak belirli zümrelere geçici yarar sağlamıştır. Kazanç-kayıp oranları dikkate alınacak olursa bu durum daha net görülebilecektir. Ama kimin umurunda! Değil mi? Bu stratejileri ortaya atanlar emperyal ve sömürgeci düşünceden asla vaz geçmemiştir. Amaçları ne insanların tümüne şamildir ne de dünyanın ev sahipliğini koruma ve geliştirmeye yöneliktir.

Çok belirginleşmiş görülmese de uzun zamandan beri, hatta sömürgecilik başladığından beri, refah toplumları büyük ölçüde Kutsal Kitap ekseninde olmuştur. Önceleri kilise ile birlikte politika üretip hareket edenler, daha sonra değişik politik örgütlenmelerle ellerindeki refah tablosunu korumak ve geliştirmek amacına hizmet etmiştir. Fikirler savaşı, savaşlar fikirleri ortaya koymuş ve insanlık Batılı toplumların bu umursamazlığı ile büyük bir darboğaza girmiştir. Fikirler gerginliği, kamplaşmayı ve silahlanmayı getirmiştir. Ama ilk bu dar boğazı fark edip kurtulmak isteyenler de yine emperyal ve sömürgeci karakterde olanlardır. Çünkü ulaştıkları güç seviyesinin avantajından istifade ederek, her türlü imkânı cazip kılıp kullanabilmekte ve düzenlemeler gerçekleştirebilmektedirler. Bu sanki kaçınılmaz bir insanlık süreci görünümü vermektedir. Korkutan taraf da burasıdır.

Ortaya atılan jeo-stratejik konular içinde Türkiye’yi merkeze koyarak bir anlatım sunan Batılı dikkate değer bir asker veya bir akademisyen çıkmadı. Hâlbuki Anadolu tarih boyunca kavimlerin beşiği ve geçiş yolu üzerinde olmuş; hemen ilk akla gelen şekli ile İskender’in, Roma’nın, Bizans’ın ve Osmanlı’nın köklü imparatorluklarına ev sahipliği yapmış; eğer din önemli ise semavi dinlerin merkezi olmuş bir coğrafyadır. İşte bu durumu gören Ahmet Davutoğlu 2001 yılında yayınladığı “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu”[8] isimli cılız eseriyle bir tez ortaya atmıştır.

Ama bu tür arayış ifade eden tezler hakim senaryoların yanına veya üstüne asla gelemeyecek denemelerdir. Eskinin kavramlarıyla, harita üzerinde gezinme zamanları çoktan geçmiştir. Haritaların hazırlanma mantığı bile değişmiştir. Çünkü günümüzdeki kavramlar teknolojiyle ve onu idare edebilecek güçlerle formüle edilebilir. Bizde de olmayan şey; bilim ve teknolojik öncülük!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

liderlik-icin-etik-arayisi
ÖNCEKİ YAZI

Liderlik İçin Etik Arayışı

numerik-cozumleme
DİĞER YAZI

Nümerik Çözümleme

Kültür 'ın son yazıları

304 views

Eleştiriler

Sizlere günümüzün iyi algılanması gerektiği bağlamında, özellikle bizi ilgilendiren yönleriyle, sosyal bilimler ve dış politikaya dair bazı eleştirilerimi aktaracağım. Dünya hızla değişiyor, güç dengeleri bildiğimiz biçimden oldukça farklılaştı, eğer bunlara ait kavramlara ve anlayışlara vakıf olamıyorsak, konuşuruz ama aslında başka bir şey anlatırız.
303 views

Devrim

Bize devrimin ne tarafı kaldı? Diyeceksiniz ki hangi devrimin? Açıklayacağım. En başta şöyle sloganik işaret edeyim: Devrimden değil, sapkınlardan ve geç kalmışlıktan kork!
461 views

Generalist

Ülkeler ve dünyamız için iyi bilinmesi gereken bir konuyu işleyeceğim, generalist olmak. Buna karşılık gelen bir sözcük aradım bulamadım, yine de ben genele yetkin diyeceğim. Genele yetkin kimseler kimler, örnekleri neler? Uluslararası İlişkiler, Ekonomi ve Askerlik sahalarında örnekler vereceğim, neden gerekli, bunu açıklayacağım.
447 views

ENTELEKTÜEL SORUNSALI

Temelde insanın doğası, zamanın getirdikleri ve sürekli gelişen küresel zorluklar var. Bunun üzerine her alanda tereddüt uyandıran değişik adımlar ve gerçek bir hedef. Sözü edilen şu, kalkınmak! Eğer artık kalkınmışlar sınıfında olmak istiyorsanız!.. Gerçekten istiyor musunuz? İşe bu emelin ne denli büyük bir mücadeleyi gerektirdiğinin farkında olmakla başlanmalı. İşte tam da bu noktada, düşünsel içerikli bir açıklamam olacak. 
1.9K views

Sıradan ve Mükemmel

Bu makalede sizlere insan zihni içerisindeki tarif veya algı ile gerçeğe ilişkin olanın farkını açıklayacağım. Ele alacağım temalar sıradancılık, mükemmelcilik ve gerçeklik ötesi hakkındadır. Başta soralım, karşılaştığınız şey gerçek mi, yoksa gerçek ötesi mi?
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme