Site icon Politik Merkez

Mutlak Bilinç ve İnsanın Bilgisi

mutlak-bilinc-ve-insanin-bilgisi

Mutlak Bilinç ve İnsanın Bilgisi

Okuyucu

Bu makalede bilimsel ve felsefi düzlemde konuyu derinlemesine irdeleme şansı bulacağız. Sırasıyla, insanın bilgisini, spekülatif bilgiyi, mutlak bilinci, bilimin uğraşılarını ve bilginin meşruiyetini açıklayacağız. Sonuçta bir buluşma önerisini göreceğiz.

İnsan Bilgisi

İnsanlık “bilginin kimliği” konusunda anlaşamadıkça, hemen her alanda anlaşma güçlüğü çekeceğe benziyor. Bilgi nedir, kim onaylar, nasıl kullanılır? Bu konu Batı felsefesinde önemli ölçüde tartışılmakta ve kendi kültürleri içerisinse doğru bir rotaya oturmuşa benzemektedir. Kültürde ise özellikle Altın Çağ olarak bilinen dönemde çokça tartışılmış, daha sonra durgunluğa girilmiş ve Batı’nın baskın politik ve ekonomik rüzgarıyla bir tür izleyicisi olma yolu tercih edilmiştir.

Bilgi sözlüklerde insana göre tarif edilmektedir. Bilginin insana göre tarif edilmesiyle insan farkında veya değil, mutlak bilinçten soyutlanma yoluna girmiştir. Dolayısıyla bilinç de salt insanın zihniyle ilişkin görülmüştür.

Düşünceme göre bilgi ve bilinç, insanı da içine alan daha geniş bir tanımı hak etmektedir. Bu yaklaşımla bilgi, var olan “mutlak bilincin” kapsamındaki gerçekliklerdir. Mutlak bilinç bilginin esas öznesidir ve tümel bir özellik taşır.

İnsan dünyadaki en üstün varlıktır, iradelidir, hüküm verir, kabul ve ret eder, seçimleriyle bir yöne gider, diğerlerini sürükler, sonucundan insanlık olarak kendisi sorumludur. İnsan üstün iradesine bağlı “doğal” bir benliğe sahiptir. İnsan bu yapısıyla, kendi gayretiyle şüpheden uzak ve spekülatif olmayan bir süreçle bilgiyi elde etme doğasına da sahiptir. Bu doğallık diyalektik açıdan onu ikileme sokan bir gerçektir.

İslam’a göre gaip de bir tür bilgidir ama insanın şu anki algısının ötesindeki kapsamı tarif eder: Bir üst sınıftaki bilgidir. İnsan kendi atmosferindeki, kendi hizasına karşılık gelenleri bilir ve kullanır. Doğal bilgi de budur. Doğa bilimleri de bundan dolayı vardır ve özellikle araştırılıp içselleştirilmesi gerekendir.

İnsan oksijen solur, hareketli bir canlıdır, atomik yapılarla beslenir, hücre yapısı diğer canlılarla yaklaşık aynıdır, dünyası da atomik karakterlidir, ormandaki ağaç da, hayvanların her türlü yapısı ve gıdası da solunan oksijen, salınan karbondioksit de atomik yapıdadır, atomik yapılı dünyada var olan elementlerle yapılar oluşturur… Bütün bunlar gaip olmayanlardır. Üst sınıf bilgiler bunların dışındadır.

Gaip bilinmezdir, örneğin dinde ruh böyle tarif edilir. Benlik dünyaya aittir ve bu tür bilgiler kümesindendir. Nefis canlıdır, kişilik bununla ifade edilir. Maddenin kendi özündeki yapı ile var olan enerji ve doğa ile iletişimine dayalı diğer enerji belli bir birikim meydana getirir ve bu da doğaldır. Aşağıda örnek olarak Standart Model (adı böyle konmuştur) ile verilen tabloda insan dahil tüm atomik yapıların çekirdeğindeki bilinen temel yapı görülmektedir. Hatta evrenin inşa edildiği helyum içinde de bu yapı vardır.

Karıştırılmaması gereken konu şudur: Bütün bu söylediklerimizi sabitleyen, geliştiren, başlatan, sonlandıracak olan, türeten, çiftleriyle devindiren mutlak bilginin kaynağı, sadece “O” öznesidir. İsten dinen düşünün ister başka biçimde, bu tarz bir isimlendirme anlamlıdır. “O” sadece bu evrenin değil diğer bilmediğimiz evrenlerin de yaratıcısı, bilinç atmosferine hakim güçtür. Bu evrende, bu dünyada, gelişme gösterdikçe bilinebilecekler en gelişmiş varlık olan insan için kabul edilir bir durumu açıklar.

Bakın ben bu açıklamaları yaparken, Kuantum Fiziği’nden çekinmeden ilerleyebiliyorum! Eğer bütün yapılarda enerji hareketleri var ise bu hareketlerin incelemesi ve tanımlaması yine insan iradesiyle ve bilimsel düzlemde gerçekleştirilecektir. Örneğin Standart Model’deki farklılıklar ve kutuplar bunu işaret eder. Eğer Sicim Kuramı dahilindeki faraziyelere inersek daha da küçük ölçekteki titreşimlerin anlamlarıyla ilgilenmemiz gerekecektir. Ancak insanlık bu seviyedeki bilgileri henüz keşfetme yolundadır.

İnsanın, “doğal bilgiye iradesiyle sahip olamama zafiyeti,” tartışılırdır. Bütün mesele “evrenin kitabını” okumaktan ileri gelir. Ancak bu gerçek bilgi yüklü bilinç evrenidir, hududu veya gücü bilinmeyen de budur zaten. İnsan ise gelişmekle ve öğrenmekle meşguldür.

Ne yazık ki masal, hurafe, mucize, gaip gibi konular iyi anlaşılamadığından istismar konusu olarak insanların kendi aralarında anlaşamaması haline gelmiştir. “Benim dediğim dedik!” mantığı hakim olmuştur.

Batı dünyası bilgiyi saf halde kabul etme takıntısında olmuş ve tarihi sürecini bu prensip üzerine inşa etmiştir. Bu şüpheci ve kendini baskı altında gördüğü ruh, haliyle mutlak bilinci kullandığı halde yok saymıştır. Halbuki mutlak bilinç esirgemeksizin verilendir. Kaynağından verileni almış ama bunu kendi bilincine uygularken kaynağı engel görmüş, belki de masal diye nitelemiştir.

Tartışmalar dil üzerinden yürütülmektedir. Dil, bilginin dışa vurulmasıdır ve evrenselleştirildiği alandır.

Batı kültürü Aydınlanma Dönemi’nden sonra büyük bir hızla dil alanındaki çabalarını sistemleştirdi. Bu çabaları insanların kavramsal derinliğini tanımlamak ve yanlışlarını düzelterek yönetmek için gerekli görüldü. Felsefe bunun uzunca süre sürükleyicisi oldu. Ne zaman ki bilim ikinci özgürlüğünü kazandı, o zaman dil her alandaki süreçleri yönetir oldu. (Önemine binaen ileride tekrar değinilecek.)

Batı kültüründe Palaton’dan beri dile getirilen bir tanım vardır: “İde” saf, arı bilgidir. Tanımlı bu bilgi; gerçek, ideal, temiz, etkiden arındırılmış gibi karşılıklar için kullanılır. Bireysel etkiler nedeniyle değişen veya değişmeye müsait olan bilgileri çıkarırsak geriye saf ide kalır. Bu hemen hemen Aristo tanımına karşılık gelir. Belki Antik Yunanlıların kültüründeki mitlerin baskısı bu ide yaklaşımının doğmasına asıl sebeptir.

Görüldü ki, sonraki her dönemde ide; arındırılmış söz ve sözün özü halinde bilimin ve felsefenin konusu oldu. Filozof rahip Augustinus Tanrı’nın evreni yarattığı öz fikrini ide olarak gördü. Kant, yaşamı düzenleyici ilke ve amaç; Hegel ise yaşama dair evrensel düşünce ve “tin” anlamında kullandı. Descartes, Berkeley, Hume, Fichte, gibi düşünürler ideadan çokça yararlanmışlardır.

Temelde ide doğanın saflığına delalettir. İnsanın nefsiliğinin (egosunun gereği) ürünü, yine doğal olarak; bir yanlılık, azlık, çokluk, bakış farkı yaratır. Saflık, doğa ile iradeli insan arasındaki bir çözümlemede incelenmelidir. Aksi halde, doğa ile bir masal kahramanı (!) gibi bakış açılarına dair açıklamalar küfrü ortaya çıkarır.

İde nesneldir. İnsanın etkisinden arındırılırsa her bir düşünce bütün saflığıyla ele alınabilir. 

Lyotard gibi filozoflar bilgiyi bir “oyun”[1] bağlamında tarif etmektedir. Burada da mutlak bilincin göz ardı edildiği görülmektedir. Buna rağmen bu oyun fikrine tersten bakmak gerekir kanısındayım. Eğer oyun bir “soru sorma” etkinliği ise kabul edilebilir tarafları vardır. Böyleyse, oyun yerine “arayış” gibi bir kavramı kullanmak yararlı olacaktır.

İnsan bilgiyi arar. Bulabilmek için sürekli sorular sorar. Doğru ve ayrıntılı sorular güvenilir ve saf cevaplar anlamına gelir. Bilimin ödevi doğru deneysel (empirik) soruları inşa etmek ve cevap aramaktır. Doğru sorular doğru modellerin, saptamaların ve değerlerin mahsulü olacaktır. Felsefe ise mantıksal soruları dikkate almayı önceliklendirir. Her ikisi de kendi etik değerleriyle yükselir.

Spekülatif Bilgi

İnsana göre bilgi, spekülatif bilgiden ayrıdır. Spekülatif bilgi bilimsel anlamda şüphelidir. Elde edilmiş ve kanıtlanmış bilgi ise yeni bir algı sürecine varana dek, bilimseldir ve gerçekliği işaret eder.

Tarihsel çizgide görüldü ki, bugün Batılı dediğimiz toplum için spekülatif olan, çoğunlukla insanlık için de spekülatif olmuştur. Bu insanların zaaflarının etkisiyle gelişen bir konudur. Örneğin hurafe, gnostisizm, agnostisizm vs. konular toplumlar tarafından mutlak bilincin anlaşılması aşamasındaki yanlış çıkarımlardan türemiştir. Bunlar birer yansımalardan ibarettir. Önce Batı, sonra etkisindeki toplumlar bu sürecin ürünlerini dinin gerçeği olarak bilgi dağarcığına kazımıştır. Spekülatif bilgiden kaynaklı bir akıl karışıklığı Batı’nın tekraren istismarı haline dönüşmüştür. Aydınlanma ile de bu durumdan nasıl kurtulunur meselesi üzerine çaba sarf etmiştir.

Bu yönüyle, aynı kültür anlayışı içinde, iddia edilebilecek her türlü dini açıklama spekülatif görülür, bilimsel olmadığı kabul edilir, mutlak bilincin sapkın algısıdır ve (insanlık tarihi açısından bir önemi olmayan) ben dahi bu yargıya şüpheyle bakmaktayım. Örneğin mutlak bilinçte var olan, ancak insan için henüz algılanması mümkün olmayanı zorlamayla nesneleştirmeyi kabul edemiyorum. Nesneleştirilmiş anlamların örgürüsüyle yapılan spekülasyonları da bilgi kabul edemiyorum.

Mutlak Bilinç

Mutlak bilinç insandan önceyi kapsar, var olanı tarif eder ve sonrasına da açıktır. Hatta sonraki yaşantının tek tasavvur bilgisi kabul görse de görmese de mutlak bilinçtedir.

Eğer mutlak bilinç bir özne olarak mevcut olmasa, helyumdan karbon, karbondan gezegen olabilir miydi? İnsanlık bunu çok sonra öğrendi ve mevcut elementlerden yararlanarak kendi eliyle kendi karbon formunu yapabiliyor oldu. Daha gezegen yapabilecek seviyeye gelmediyse de uzaya istasyon kurabiliyor. Bir gezegeni, galaksiyi, boşluğu, karanlığı, anti maddeyi, evreni yapan mutlak bilinci yok saymanın anlamı nedir?

Mutlak bilinç tektir, yönteminden biri diyalektiktir. Çoğu kişi bu kavramı yanlış ele alıp ideolojik düşünmektedir, bir kısmı da “gaib hakkında fikir yürütülmez!” gerekçesiyle men etmektedir. Ben burada kelime anlamı ve bilimsel yöntemi olarak ele alıyorum. Bilinmeze (gayba) inanmak insanın bilmediğini kabul etmesi anlamına da gelir. Bütün mesele hurafeden kurtulmak öğrenmenin kapılarını zorlamaktır, evrenin kitabı böylelikle okunur, insana yakışan da budur.

O halde mutlak bilinç ve kurduğu düzenin sorumluları, zıt kutuplara bağlı bir işletim sistemiyle (diyalektik metot) bu bilinen evrenin devinimini, hareketini ve fiilini sağlar. İşte, bizi rahatlatacak basitlikteki ifade budur!

Şu anki bilgimiz bize şöyle diyor: Evrenin genişlemesine bağlı olarak bu evrendeki gelişme her noktada ikilik, parad, dualite, çift yaratılmışlık vardır. Artı-eksi, var-yok, madde-anti madde, tez-antitez, soyut-somut, iyi-kötü, boş-dolu, elektron-çekirdek, saydam-opak, parça-bütün, dip-zirve, başlangıç-son, girdi-çıktı, soğuk-sıcak, doğru-eğri, dişi-erkek gibi…

Bundan dolayıdır ki; tümel bütün değerlerin sahibi Mutlak Özne tek’tir ve ilk’tir. Bu tek’lik olmaz ise, dünya algısında diyalektiğin (çift olmanın) kurgusunu kabullenmek mümkün değildir. “O”, tek olmasa bu sav baştan aşağı çöker! Çiftin olması ve birbiri arasında hareketin doğması da bir o kadar temel konudur. Diyalektikten dolayı “O” özne sürekli yenileyen, geliştiren ve verendir!

Bakın, buralarda ne gaiple ilgili bir endişe vardır, ne de bilimin ve bilimsel düşünmenin önüne engel konmuştur. Asıl engel, bütünü ret eden kısıtlayıcı akıldır.

Diğer taraftan felsefede daha çok işlevsel olan mantığın diyalektik karakterle zıtlıkları veya karşıtlıkları hesaba katarak fikir yürütme metodu belirlediği ortadadır.

Metafizik, insan algısının üzerindeki bir bilgidir. Var veya yok densin, insana yansıyan halinden ileriye gitmek yerine, uygulamada insan ancak doğruladıklarıyla kendi işine bakar. Nasıl olsa bir zaman sonra bazı tespitler mümkün olabilmektedir.

Örneğin on asır önce bilginin bir buluta (Cloud) atıldığı, istendiğinde çağrılabildiği bilişim teknolojisini o zamanın bilim adamı nasıl anlatabilirdi? Baştan aşağı metafizik bir anlatım sunmaz mıydı? Anlatıya (Lyotard’ın dil oyunu çerçevesinde) şüphe duyulmaz mıydı? O zamanın kurumları ve halkı bu bilgiyi meşrulaştırırlar mıydı?..

Bu tür sorunsallardan dolayı olsa gerek, Hegel, tin felsefesinde[4] (öznel tin) bir metafizik bağlamını meşru görmüştür. Bu anlatı Batı felsefesinin ikileminin bir örneğidir. Hegel ve daha çok Alman filozoflar, kendi algılarıyla insanın nefsine (benliğine) önce “ruh” derler. Temel sapma budur. Sonra, ruha dini bir kavramla yaklaşmak yerine yeni bir kavram türetirler. Örneğin “geist” en bilinen Hegel kavramıdır. Batı genel yaklaşımla bu geist benzeri açıklamalara kendi algısındaki ruhu tarif etmek için “tin” der. Temel yöntem insanı özgürleştirmektir. Aslında ne ruhtan vaz geçer, ne de nefisten!

İnsan bu engin çeşmeden akan bilgiyi, sürekli genişleyen, yoğunlaşan, durulaşan, çoğalan bilgiyi, evvela fark etmek, tespitte bulunmak, ölçmek ve tartmak durumundadır. Hakkı olan budur. Öyle de yapmaktadır. İnsanın, “Bana göre bu böyle…” dediği, aslında gerçek tespitte de öyle olan, doğrulanmış bilgi mutlak bilinçten çıkarılandır.

Batı felsefesi kendi kültüründen aldığı öğretiye dayanarak düşünce üretmekte ve mutlak bilinci özneleştirirken kendisi gibi görünür bir nesne düzeyine indirgemektedir. Temel eksiklik budur!

Halbuki yine bilimsel yaklaşımda kalarak, öznel bakışını mutlak bilince dayalı bir başlangıçla açıklayabilse sorunu olmayacak, “uyum” gerçekleşecek, “doğru” daha belirgin tarif edilebilecek.

Bilimin Uğraşıları

Bilimin meşguliyeti bildiği evrendedir. Bu ölçekle bakılırsa; kısıtlıdır ama bir o kadar da kendine yeter ve artar bile!

Bilim aynı zamanda deterministtir. Buna kısaca belirleyicilik diyebiliriz ve bilim bu açıdan bilinmeyeni kendi evreninde açıklayarak belirginleştirme işini görmektedir. Determinist bilim, bir şeyi yaparak meşru kılma varsayımını ortaya atar, bunu başardıktan sonra diğerine geçer. Bazen ulaşamadığı olur. Bazen de ayağı bir taşa takılır gibi rastlantıyla bilmeyi bulur ve onaylamak durumunda kalır. Rastlantı hakkında kinayeli bir soru sorabiliriz: Bilim içinde rastlantı gnostik midir, agnostik mi? Neyse!.. Bu tür aldanmalar için zamanımız yok kanısındayım.

Diğer yandan sınırlayıcı bilim, her ne kadar bulgusu pozitif gibi olsa da ve adına pozitif bilim dense de; aslen pozitivist değildir. Savlar ortaya atar, paradoksların peşine düşer ve akıl yürütür. Bu bizlere ters gelmesin! Mesele bilimi ve bilgiyi sınırlamamaktır.

Bilim temelde matematikle, fizikle, kimya ile, biyoloji ile ilgili konuları iş edinir. Örneğin matematik evreni okumanın başka türlü bir alfabesidir. Felsefecilerin dile, bilim adamlarının matematiğe önem vermeleri bir bakıma önemli bir ayrımı kanıtlar.

Matematik eşitlikleri ve eşitsizlikleri ele alır; formüller, fonksiyonlar kurar; diferansiyel, geometri, türev, integral, oranlama, çarpma, bölme, toplama, çıkarma; sayılanlar, sayılamayanlar, katlananlar vs ile işlem yapar. Bu da bir dildir. İddia etme, varsayma, ispat etme, tahmin etme, azaltma, çoğaltma, daraltma, genişletme, doğrultma, yamultma işidir.

İşte size bir paradoks: Bilimde eksik bilgi, şüpheli bilgi  mi demektir? Elbette eksik tamın paradıdır. Bu örnek bize doğanın doğal hesabı adına öğrettiği bir savdır. Eksiklik, tamamlanması için bir gerekçedir. Fazlalık da bu gözle değerlendirilebilir.

Bilim modellemesini bilgiyle kurar. Belki de eksik bilgi gereği kurulan küçük ölçekli modeli başka verilerle işleterek bilgi eksiği tamamlanabilir ve hatta bir sonraki adımda daha büyük model kurularak varsayılmayan bulgulara ulaşılabilir.

Model için başka bir örneğe gidelim. Nesnenin (maddi varlığın) doğada bir yeri vardır. Yerin verileri şartlarına bağlıdır. Varlık (bir canlı da olabilir, cisim de) ise öznel karakterdedir. Bilim yeri sabitler, varlığa anlık bakar. İşte size determinizm: Bilim yaptığı sabite dayalı anlık tespite dayanarak özellikleri belirginleştirir ve geliştirir, kural ve standart koyar. Bu felsefedeki normatifliğe de karşılık gelir. Şartlarda süreklilik söz konusuysa bilinen bağlamdaki teoremler ifade edilir. Ya süreklilik olmaz ise yani katastrofik bir hal varsa, bu durumda bilim ne yapar? Yeni teorem belirler! Gördünüz mü? Şüphe ve meşruiyet konuları başka bir sürece girdi! Dolayısıyla sürekli modellerde gelişme sağlanır, yeni sonuçlar değerlendirilir, eksik bilginin peşine düşülür ve bütün bunlar bilimsel yetenek olarak bilinir.

Yine önemli bir açıklığı irdeleyelim: Değişiklik nasıl ve neye bağlı olacak? Bu soru bilim insanının sürekli karşısındadır. Bilinenler çok değişik uygulamalarla üretime döndürülmüştür. Bilim üretilene ilk baktığı gözle bakmaz. Bilinmeyendedir esas merakı. Bilinmeyeni üretmek insanın yaratıcılığının, üstün iradeli olmasının, amacını işlevsel kılmanın ispatıdır.

Bilim meşrulaştırmasını bu bağlamda düşünür ve en verimliyi elde etmeyi hedefler. Bu meşru ve onaylıdır. Sınırı kendi koyar ve hüküm verir. Bilim insanı bir paraloji (mantıksal bozukluk, uyumsuzluk) ile karşılaşınca da meydanı terk etmez ve farklılıklardaki anlaşılamayanları ayıklamaya (diferansiyele) koyulur. Tek başına bu bile başka çalışma alanlarının, teoremlerin ve modellemelerin yeni sahası olur.

En sona sakladığım bilim insanı özelliğini ifade edeyim: Hayal gücü! Bu insana verili önemli bir ayrıntıdır. Esasında hayvanların da hayal yeteneği vardır ama nasıl insanın beyni üstün ise hayali de çok ileridir ve kapsamlıdır. Bu doğal bir konudur; ne metafizik, ne kehanet kokar. Bu yetenekle bilim “neden bilemiyorum ki?” sorusuna muhataptır.

Hayal gücünü bazı yazarlar “bağımsız simgesel üst sistemin düzenlenmesi” şeklinde açıklarlar. Neticede biliriz ki; bilinenlerden kopularak bilinmeyen zaman, mekan ve şartların anına varılır. Beyin içinde kurgular kendi yaşam şeklini ve ortamını tanımlar. İleri yansımalar olur. Akıl oralarda gezinir. Çağrıldığında geri gelir. Bir saçmalık değildir ve tamamen doğaldır. İşte size olmayan bir şeyden bilimsel çalışma güdüsüne kaynak! Ne oldu uzak görülüp çok şeyin bahanesi edilen gaibe?..

Şu bir gerçektir: Keşifler çoğunlukla öngörülmeyen bulguların hazinesidir! Bilim bunlarla dolu gerçekliklerin üzerine inşa edilir.

Bilginin Meşruiyeti (Legitimacy)

Pozitif bilimin anlatımında yer alsa da, spekülatif bir bilgide muğlaklık olması normaldir. Örneğin, Büyük Hadron Çarpışması Deneyi[5] ile Higgs Bozonu’nun tespiti bir gerçektir ve pozitif bilgidir. Buna karşılık, “Evrenin tümünü açıklamaya yeterli bilgi Higgs Bozonu’nun bulunmasıyla mümkün olmuştur,” önermesi muğlaktır ve spekülatif bir bilgidir. Hegel’in pozitif bilgiye “şüpheci bilgi” olarak bakması bu örnekten de anlaşılabilir. Pozitif bilimle meşgul olanların handikabı bu noktadadır.

Bilgi için bir meşruiyet sorunu vardır. Meşrulaştırmayı kim yapacak? “Bilimsel konularda kimse elini süremez, meşrulaştırmayı bilim adamı yapar,” algısının doğruluğu halen en fazla Batı’da tartışılmaktadır. Filozoflar bunun halka indirgenmesinden yana tavır takınırlar. Çeşitli dönemlerde ideolojiler dahi devreye girmiştir. Örneğin komünizmde halk proletaryadır. Liberalizmde güç sahibi olanın imkanlarına her şartta göz yumulur ve aslında piyasaya bilimsel bir bulgunun teknolojik ürününün sürülmesindeki engellerin ortadan kaldırılmış olması yeterli görülür, gerisine bakılmaz.

Aslında bu meşruiyet konusu bile bir vesayet problemidir. Değişik kesimlerin toplum önünde diklenmeleri bundan dolayıdır. Tavır şu: Ne de olsa insan özgürleştirilmelidir (emansipation)!

Ancak Batı felsefesi buna “vesayet” demez; “aşınma” der. Aşınma bilginin meşruiyetinin içinde meydana gelir. Başkaları ise buna “bilginin gayri-meşrulaştırılması,” der. Sonuçta bilgi insanın tekelinde değil. Bilgi mutlak bilincin içindedir. İnsan kendi bilimsel yöntemiyle bilgiyi keşfeder. Zaman içinde yeni bilgiler eskilerin yerine geçer.

Bilimsel çalışma bir kural-koyuculuğu gerektirir. Özellikle deneyse (emprik) bakış açısı kuralları sabitelerle geliştirir. Bir sonraki kurala kadar var olan geçerlidir. Tartışmak ise doğaldır. Kant kural koymaya “buyruk” demektedir. Diğer yandan Kant, bilmeyi eleştirmenin gereğine vurgu yaparak; etik ve adil olmak gerektiğinin felsefesini geliştirmiştir.[6]

Nesnesel bakışa bağlı tanrı tasarımının metafizik olarak bağlanması, insan gözündeki bilgi tasarımında da bir tahdit yaratmaktadır. Haliyle metafizik şüpheli konuma yerleştirilmiş bir bilgi olmaktadır. Şüpheli olması doğal olarak gerekmektedir. Tersine iddia edilecek bir konu yoktur. Bir şüphenin olması süreci belli olmayan bir ilerlemenin anlık bulgularına gebe ise mutlak bilinçten alınacakların bilinememesi de bir o kadar meşrudur. Fazla da zorlamaya gerek yoktur. Zaten din bunun üzerinde iddia geliştirmez. İddiacı makam insanlar içinden çıkar ve buradan hareketle sapkınlıklar meşrulaşır.

Bilginin insan ölçeğinde bilimsel onayının alınması sürecinde bilim insanları haklı olarak insanlığa şunu öğretti: “Metafizik de spekülasyondur!” Bu bakış açısı insanın özgür iradesiyle kendi bilgisini tartma ve yaratma anlamına geldi. Meşrulaştırıcı olan insandı. Meşrulaştırılmış bilgiden insan, “Bu benim süzgecimden ve metodumdan geçmedi,” dediği gerekçe ile benimsenmedi. Doğrusu da bu! Yoksa iradeden dolayı bir muhasebe hak olmazdı. Muhasebe hak ise gereğinden muhatap olan bireyler yükümlüdür. Bana göre, hak konusu mutlak bilinçle ilgiliyken, Hegel onu bilginin meşruiyeti hakkına dönüştürdü.[7]

İnsanın benliğine bağlılığı, egoist yaklaşımı, onu doğada hakimiyet kuran, ele geçiren ve aşırı kullanan yaptı. Özgürlüğü adına çıktığı yolda elde ettikleri küçümsenir türden şeyler olmadığından, daima ileri giden hamlelerini geliştirdi. Dönülmez bir yol insanı kendi içinde çelişkiye soktu.

Mutlak bilince bağlı bilgiye bakış açısı görmezden gelindi. Burada insanın bilinci ön planda görüldü. Benlik öyle yap, dedi.

Kendini tutsak kabul eden ve aslında tarihte büyük ölçüde öyle olan halk kendini birçok engel gördüğünden kurtarmak istedi ve özgürleşmek için kurumları yeniden inşaya yöneldi. Kendini baskı altında gören Batı’nın kafasındaki bütün yapı özgürleşme üzerine inşa edilmiştir. Tarihsel sürecinde; sapkın dinlerden, tanrılardan, şeytanlardan, rahiplerden, kiliseden, şövalyelerden, tiranlardan, feodalden, krallardan, kahinlerden, tekdüze yaşantıdan ve prangadan kurtulmak için çok çaba gösteren Batı’nın her zerresinde bir köle fikri vardı. Salimen düşünmenin anahtarını ilk olarak özgürleştirilmesinde görüyordu. Bir anlamda kötülükler içinde doğan, bahtsız, kaderi bağlı insan bir şekilde arındırılmalıydı. Bu fikir süreç içinde kurumsallaştı. Nihayet her alanda bireyi ve toplumu yansız, bağlantısız ve serbest kılmak meşrulaştırıldı.

Batı nihayet Aydınlanma ile birlikte ilk, Fransız İhtilaliyle ikinci özgürleşme sürecini tamamladı. Bundan sonra bilim, sanat ve felsefe başta olmak üzere, her konuda aklın ve bunu açığa vuran dilin meşrulaştırılması ameliyesi halkın eline geçti. Bir süre bu böyle devam etti. Ta ki bin dokuz yüzlerin hemen başlarında Ludwin Wittgeinstein, Emmanuel Levians ve Martin Buber’in cesaretlendirmesiyle bilim insanlarının ilave bir bağımsızlık ilanıyla ,“Bilimsel bilgi ancak bilim insanlarının kurallarına uyar,” demesine kadar.

Bundan böyle bilim kendini her türlü bariyerden ayırma yolunu seçmiştir. Politika, iktidar, halk, sermayedar, din ne derse desin bilim insanı kendini her türlü etkiden izole etti. İyi bir dilci olan Wittgeinstein, bilim insanın kullandığı dili kendinden başkasının kullanmadığını iddia etmekteydi. Öyleyse kendi araştırmalarına getirdiği yeni dili, kuralları, normları, modelleri ve standartları da kendi onaylamalıydı. Wittgeinstein, “Özgürleşme projesinin bilimle hiçbir ilgisi yok,”[8] demektedir. Bu değişimden sonra bilimin sosyal varlık olarak “demokratik” olmadığı ortaya çıkmış oldu.[9] Buna karşılık bilim insanları dışındaki insanlara özgürleşmesi için yapılan çağrıda kilit düşünce cumhuriyet ve demokrasi idi.

Sonuç

Cehalet, kibir ve sapkınlık, insanlığı içinde olduğu şartların genel tarifidir. İnsanları sıkboğaz eden her türlü baskı neticede çıkış imkanı olanları cendereden dışarı çıkmalarına izin vermiştir.

Ortak bir yol bulunabilir.


[1] Jean François Lyotard, Postmodern Durum, Çev. İsmet Birkan, Bilgesu Yayınları, Ankara, 2013, s. 23.

[4] G. W. F. Hegel, Tinin Fenemolojisi.

[5] Örnek, güncel ve somut bir konuyu göstermektedir. Bu bakımdan önemsemekteyim. 10 Mayıs 2013 tarihinde gündemde olan deney sonuçları hakkında geniş bir seminer yapılmış (CERN TH Seminar, 22 January 2014, Stan Brodsky) ve bulgular teorik olarak toplanıp insanlığa sunulmuştur. (Doküman: https://indico.cern.ch/getFile.py/access?resId=0&materialId=slides&confId=288041)

[6] Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi.

[7] G. W. F. Hegel, Hak Felsefesi.

[8] Jean François Lyotard, Postmodern Durum, Çev. İsmet Birkan, Bilgesu Yayınları, Ankara, 2013, s. 79.

[9] D. J. De Solla Price, Little Science, Big Science, Columbia U., N.Y., 1963, s. 59.

Exit mobile version