kuresel-silahlanma-dinamikleri-ve-turkiye
Küresel Silahlanma Dinamikleri ve Türkiye

Küresel Silahlanma Dinamikleri ve Türkiye

12 Ağustos 2016
Okuyucu

Önemli bir dönemeçten geçiliyor. Türkiye aynı anda birçok sorunu çözmekle ilgileniyor. Soruyu şöyle soralım; uluslararası ilişkiler ve güvenlik boyutunda yaşanan sorunların temelinde ne olabilir? Konuya bu genel bir soru ile bakılırsa kendimizi uzun vadeli küresel bir tartışma alanında bulacağız. İşte şimdi sizlerle bunu tartışacağız. Biraz teorik biraz pratik, konuyu etraflıca ele alacağız.

Soğuk Savaş biteli yıllar oldu. Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” dediğinden bu yana çeyrek asır geçti. Henüz barış gelmedi! Bunca olandan sonra şu sonuca vardım; demek ki insanlık barış istemiyor. İnsanlık daha ziyade zenginlikten, tartışmadan, çatışmadan, içinde terörün de olduğu savaşlardan yana. Belki insanlığın doğası böylesi bir işleve göre gelişmiş. Belki de bu kapitalizmle özdeş bir konudur. Çeyrek asırda önce “tek kutuplu” bir sürece girdik ve “Yeni Dünya Düzeni” sözlerini çokça tekrarladık. Tarihte iki büyük sayısız küçük savaş yaptık, buna rağmen akıllanmadık, bugün dahi birbirimizi düşman göstererek bu yolla çıkar elde yarışı içindeyiz. Eğer değişen bir şey yoksa, geriye oyunu kuralına göre oynamaktan başka çare kalmıyor.

Piyasanın Düzenlenmesi ve İstihbaratın Rolü

Başlangıçta dominant ülkelerin küresel savunma politikaları ile ilgili yöntemi hatırlatmak isterim. Bazı çevrelere ters gelebilir ama burada dominant karakterli olmakla ilgili bir konudan bahsediyorum, kabul görmese de durum budur. Dominant ülke (veya güç) önce teoriyi hazırlar. Bu teori bir sonraki 50 veya 100 yılın zemin bilgisini verir. Örneğin Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” gibi. Bu zemin bilgisine göre savunma ve güvenlik politikaları ile ilgilenenler kendi teorilerini yazarlar. Örneğin, Joseph S. Nye’nin “Yumuşak Güç” ve Jacquelyn K. Davis’in “Uzun Savaş” teorisi gibi. Bakın bu sözünü ettiklerim 20 yıl öncesinden itibaren bugüne doğru yazılmış olmasına rağmen halen yürürlükte olan temel yaklaşımları tarif eder. Silahlanmaya dönelim. Bu kadar zaman önce bu bilgileri alan Savunma Bakanlığı yetkilileri kendi dokümanlarını hazırlarlar. Bu dokümanların piyasaya sürüleni vizyon dokümanlarıdır. Bu vizyona göre bakanlık savunma sektörüne, tarif edilen çatışma şekline ve savunma ihtiyaçlarına göre siparişte bulunur. Eğer yeni bir teknoloji gerekiyorsa bu daha kapsamlı bir süreci ilgilendiren konu olarak masaya yatırılır. Küresel çapta bakıldığında projelere başka ülkelerin katkısı ve eğer satışa sunulacaksa pazar bulunması konusuna gelelim. İşte konunun püf noktası burasıdır: Gerekli piyasa şartları oluşturulur, pazardaki aktörler bu silahları ihtiyaç olarak görürler. Çünkü şartları gerektirecek tehdit ortamı bütün bunlara göre hazırlanır, alıcılar doğal olarak işaret edilen seçeneği kabul ederler. Öyleyse şu söylemeliyiz; teori, tehdit ve silah bütünlük içinde karar verilerek belirlenmiştir, yani hikaye çok önceden yazılmıştır. Buna basit olarak “özel bir pazarlama stratejisi” diyebilirsiniz.

Ülkeler neler yaparlar? Eğer ülke kendisi bir küresel dominant aktör ise aynı yolu izler ve mücadele verecek ise tamamen bu klasmanda verir. Örneğin Soğuk Savaş zamanında durum böyleydi ve ABD ile SSCB benzer işleri yaparlardı. Sonra tek kutupluluk süresince ABD hikayeyi kendisi yazmaya başladı. İşte o nedenle “tarihin sonu” olup olmadığı merak ettik. Bugünden bakılırsa gelecek için bu çaptaki aktörler kimler? Yine ABD var da, yanı sıra Çin gibi başkaları kulvara giriyor ve Rusya-Çin ittifakı yeni yeşerecek jeo-politik teorileri, tehdit meydana getirme faaliyetlerini ve silah ihtiyaç-tedarik zincirlerini meydana getiriyor. Diğerleri büyüklüklerine ve ittifak durumlarına göre pozisyon alacaklar. Soğuk Savaş’ta NATO üyesi Türkiye’nin işi net idi, bugün bir belirsizlik varsa bundandır.

Bu anlatılan durum kulağa pek hoş gelir cinsten olmayabilir. Ancak ben biraz daha ileriye giderek başka bir faktörü daha hatırlatmak isterim. Örneğin adı herkesçe malum dominant istihbarat örgütleri ülkelerinin belirlediklerine paralel stratejik işlerde vazife yaparlar, bu husus dikkatten uzak tutulmaması gereken önemde bir konudur. Uzun soluklu projelerde istihbarat örgütleri zemini hazırlama işinde çalışırlar ve işler kendiliğinden oluyormuşçasına her türlü düzeneği yönlendirirler. İstihbarat lisanında bu işin adı “stratejik istihbarat” olmaktadır. Bütün bunlar için örgütler sahada taşeronlar kullanırlar. Bir değil çok çeşitli taşeronlardır bunlar. Taşeronları da yıllar öncesinden itibaren, nasıl silah üreticisi kendi teknik işini projelendiriyor ise benzer biçimde, proje ile imal edip kullanırlar. Dominant olmak böyle bir şeydir.

“Ben de oynamak istiyorum,” diyen varsa, önce dominant olmakla işe başlamalıdır. Bu öyle kolay bir dünya düzeni değildir. Çünkü dominantın stratejik istihbarat konu dağarcığı ile piyasa konumundaki ülkelerin stratejik dağarcığı farklıdır. Bu türden olanların zaman algısı yakındır. Olsa olsa 5-10 yıl öngörüyle çalışırlar daha çok ilgilendikleri işler istihbarat jargonundaki “taktik istihbarat” denen işlerdir.

Küresel Silahlanma

Küresel silahlanma bilgilerine dönelim. Hazırlanmış dünya indekslerine bakıldığında görüyoruz ki ülkeler olanca hızıyla silahlanmasına devam ediyorlar. Savunma programlarına konan bütçe Soğuk Savaş döneminin üstüne şimdiden çıktı bile. Aşağıda Stockholm merkezli Uluslararası Barış Araştırma Merkezi’nin (SIPRI)[1] hazırladığı grafik (I) bu durumun doğruluğunu gösterir mahiyettedir.

Web_figure_1

I: Askeri Harcamalar (1988-2015)

Bahse konu araştırmalara göre 2015 yılı için küresel bazda yaklaşık 1,7 trilyon dolarlık bir savunma harcaması söz konusudur. Yoksulluğun alabildiğine artış gösterdiği, zenginle fakir arasındaki makasın giderek açıldığı, küresel ısınmanın durdurulamadığı ve fakat demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını daha fazla savunduğumuz günümüzde görülen bu silahlanma anlayışı, her nedense birkaç uluslararası kuruluş dışında pek dile getirilmeyen bir konudur. Şöyle diyelim, hayat devam ediyor…

Bu taktirde yapılabilecek değerlendirme, örneğin 2016’da oynanan oyunlar için durgun gibi görülen 1992-2002 yılları arasında silahlanmayı gerektirecek pek çok zemin hazırlığı yapılmış, şeklinde olacaktır. Taktik alanda olanları siz düşünün…

Küresel ölçekte transfer edilen silahları inceleyen SIPRI aşağıdaki grafikle (II) bize İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki hareketliliğe yakın durumda olduğumuzu gösteriyor. Ben de buna bakarak, barış insanlığa gerçekten uzak, demek istiyorum.

web_figure_4_1

II: Ana Silahların Uluslararası Alanda Transferi (1950-2015)

Silahlanmanın masum bir açıklaması var, o da “caydırıcılık” kelimesiyle ifade ediliyor. Barışı sağlayabilmek için caydırıcılık şart denmektedir. Bu oldukça barışçı bir dildir. Belki bu insanın sürekli spor yaparak kaslı görünmesi gibi bir şeydir. Ama yine de 2008’den sonraki tarihlere bakınız, birbirine yakın değerler göreceksiniz. Bu durum neyi işaret ediyor? Hemen akla gelen fikirleri sıralayalım: 1) Gerginlik ve çatışma yoluyla ekonomik getiri artırılıyor. 2) Silah satılsın diye sürekli tehdit üretiliyor. 3) Diplomasiye ya güvenilmiyor ya da silahlanma yolunda araç olarak kullanılıyor. 4) Belli bir savaş hazırlığı var. 5) Yeni gelişen ülkeler silahlanma programlarına eklenerek durumda farklılık yaratıyor. 6) Silahın caydırıcılık özelliğine inanılıyor. İşte bu saydıklarım çeşitli kombinasyonlarla silahlanmanın gerekçeleri olarak dile getirilenlerdir. Ama en önemlisi sonuncu olandı: 7) Dominantların liderliği için kontrol asla elden bırakılmamalıdır.

En fazla ihracat yapan ve 10 ülkeyi kapsayan aşağıdaki tabloyu (III) inceleyelim. Bunların içinde en çok silah ihraç eden ABD’nin payı %33, Rusya’nın %25, AB ülkelerinin %18.5, Çin’in 5.9, Birleşik Krallık’ın (UK) %4.5, Ukrayna’nın payı %2.6’dır. Bu suretle, Ukrayna istisna, yukarıda sıralanan 6 gerekçeyi daha iyi görmüş oluyoruz.

web_figure_1_1

III: İlk 10 Ülkenin Küresel Silah İhracatındaki Dağılım (2011-2015)

En çok ihracat yapan ülkeleri incelemeye devam edelim. Aşağıda (IV) görüleceği üzere, 2006-2010 dönemi ile 2011-2015 dönemi mukayese edildiğinde Çin’in aşırı bir büyüme ile ihracatında diğer ülkeleri geride bıraktığı görülmektedir. ABD, Rusya, UK ve diğer AB ülkeleri yaklaşık aynı seviyede seyretmektedir. Diğer AB ülkeleri Almanya, Fransa ve Hollanda’nın ihracattaki paylarında bir düşüş gözlenmektedir.

web_figure_5_1

IV: Silah İhracatçısı Ülkelerin Dönemsel Mukayesesi

Çin silahlanma konusunda aşırı çaba içindedir. Ekonomide de ilerlemesine paralel olarak Çin’in kapasitesini anlamak mümkündür. Rusya ise bir paradoks var; SSCB’den bu güne sürekli kayıp içinde olması gerekirken, durumun eşit seviyede gelişmesi bile ilginçtir. Doksanların başına kadar çok ülkede Rus silahı kullanılıyordu. Giderek bu ülkeler Rus sistemini terk ettiler. Zaman içinde bunlar (örneğin Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika’dakiler) birer birer Batı’nın silahlarını almak için sıraya giren ve serbest piyasa ekonomisiyle yönetilen demokratik ülkelere dönüştürüldüler. Bu durumda Rus silahları azalan oranda kullanılıyor olması gerekmez miydi? Demek ki yeni pazarlar açılmış veya üzerlerinde daha fazla çalışılmış. Bunların başlıca olanları; İran, Çin, Kuzey Kore ve Hindistan’dır

Bölgesel tehdit ve Silahlanma Analizi

Şimdi de savunma sanayiinde ihracat ve ithalat yapan ülkelere bakalım (V).

20_largest_exporters_map_1

20_largest_importers_map_2

V: Silah İhraç-İthal Eden 20 Ülke (2011-2015)

Bu iki haritayı birlikte okumakta yarar vardır. Çünkü ithalat ve ihracatı birleştirdiğimizde silaha olan ilginin tamamını görmekteyiz. ABD bu bakımdan önemli bir yer işgal etmektedir. İkinci nokta ise ithalat alanları olmaktadır. Daha ziyade ithalatı gösteren haritaya bakacak olursak, silahı değişik gerekçelerle satın alan ülkeler daha çok Akdeniz çevresinde, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Güney ve Uzak Asya’da ve (ilginçtir ki,) Okyanusya’dadır. Bu haritaya daha dikkatle bakılırsa Pasifik ülkelerindeki dengelerin bozulmaya başladığı ve bazı yeni tehditlerin ortaya çıktığı anlaşılacaktır. Demek ki buralar için yeni hikayeler yazılmış. Burada Avustralya dikkatimi çeken bir ülkedir.

En fazla silah ithal eden ülkelerden birkaçını bilmekteyiz. Ancak dikkat çekenleri görmemiz gerekiyor. Bunun için bir de aşağıdaki tabloya bakalım (VI).

web_figure_2_1

VI: En Fazla Silah Alan 10 Ülke (2011-2015)

Petrol paralarının hesabını bilmeyen ve mevkilerini korumak için öteden beri ABD’den gerekli gereksiz silah alan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği (BAE), bugün daha dikkatli davranması gereken bir krizle karşı karşıyalar. Çünkü, bölgede artan oranda bir Şii-Sünni gerginliği kaşınmaktadır. İran ile arada bir çatışma noktasına gelmektedirler. Suudi Arabistan’ın küresel ölçek içinden satın aldığı silahlanma payı %7 iken, BAE’nin %4.6 olmaktadır. Katar ve diğerlerini ilave edersek silahlanma Körfez’de bir hayli yüksek oran devam etmektedir. Müslümanların bu denli silahlanması sanki Müslüman olmayanlara karşıymış gibi düşünülebilir, ancak durum hiç de öyle değildir. Müslümanlar bu silahları kendi aralarındaki çatışmalarda kullanmak için satın almaktadırlar.

Çin’i biliyoruz, sürekli silah üretiyor, denemeler yapıyor. Uzay, okyanuslara açılacak gemiler, uzun menzilli füzeler başta olmak üzere, hemen her alanda önemli teknolojik yatırımları var. Satıcı konumundayken aynı zamanda kendine gerekli aksamları alıyor ve bu nedenle ithalattaki payı %4.7 mertebesindedir. Çin Halk Cumhuriyeti Tayvan’ı kendi toprağı olarak görmektedir. Makao ve Hong Kong’tan sonra burayı da istemektedir. Bu açıdan Okyanus her daim kırılgan bir bölgedir. Hatta Kuzey Kore bile buradaki bir tırmanma için bir çıban başı olarak tutuluyor olabilir. Ancak Çin konusu Tayvan ile de sınırlı değildir, bir başka temel konusu Uygur Özerk Bölgesinden kaynaklanmaktadır. Uygur Türkleri, Çin’i Asya ortasında daraltacak bir konumdadır.

Peki, Hindistan’a ne oluyor? Hindistan’ın ithalat bakımından küresel bazdaki payı %14. Suudi Arabistan’ın iki katı silaha para harcıyor. Pakistan ile savaşalı çok oldu ve bugün bu ülkeyle savaşa girebileceği bir gerginlik de yaşamıyor. Neden bu denli silahlanıyor? Belki bazı ülkeler bu yönde Hindistan’ı teşvik ediyordur, ne dersiniz? Belki de gerçekten büyük bir tehdit var; terörle veya Güney Asya’yı da sarabilecek bir iç karışıklıklarla ilgili olabilir. Belki de nükleer ve robotik alanlarda çalışmalarını artırmıştır.

Ben daha çok Asya-Pasifik’e bakıyorum. Çünkü geleceğin asıl büyük savaş alanı Asya ve Pasifik Okyanusu diye düşünüyorum. Buradaki ülkelerden Avustralya dikkat çekiyor. Şimdilik ithalat oranı %3.6 görünüyor ama bu oran giderek artan tempodadır. Bu ülke son yıllarda savunma sanayiine girmiş ve dikkat çeken bir ülke konumuna gelmiştir. Özellikle ABD, Kanada, UK ile birlikte silahlanma yatırımlarına önem vermektedir. Örneğin JSF (Joint Strike Fighter/F-35) projesinde yer almıştır. Demek ki bu ülkenin modern uçaklarla hava savunma ve havadan taarruz edeceği hedefleri olacak.

NATO ülkelerinin tümüne bakarsak ciddi bir silah kapasitesinden söz etmiş oluruz. Ama bunlar ne işe yarıyor, sadece caydırıcı olmakla mı yetiniliyor? Silah üretimi ve transferi bakımından NATO başı çeken bir teşkilat olarak ortadadır. Diyebilirsiniz ki barış bekçisi! O halde IŞİD (ISIS) terörüne karşı ne yapabilir? Bugün sorgulanan konular arasında bu yer almaktadır.

NATO’nun geleceğini tartışmamız gerekiyor. Çin ile Rusya ve buna ilave olursa Hindistan birleşimini dikkate alırsak başka değerlendirmeler yapılabilir. Örneğin Hindistan’ın bugün gözlemci olduğu Şangay İşbirliği Teşkilatı (SCO) azımsanamayacak oranda NATO’ya rakip bir örgüt konumuna gelmektedir. O halde neler oluyor dersiniz? Önümüzde yükselen değerleri ile bir SCO’dan söz edilirken, küresel pozisyonunu ve kontrolünü eksiltmeden sürdüren ABD destekli bir NATO ile dünya çift kutupluluğa doğru mu evriliyor dersiniz? Küresel gerilim noktasında Avrupa’nın pozisyonu azalırken (veya kendi derdine terk edilirken) Okyanusya’nınki artmaya başlamış görülüyor. Dolayısıyla Avrupa, ki başında İkinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan anlaşmaların baskısındaki Almanya var, NATO’yu kendi içinde tartışmaya sürüklüyor: “NATO, Pasifik Okyanusu’nda görev alamaz ve SCO’ya karşı bir hazırlık içine giremez; eğer böylesi küresel bir tehdit ortamında Avrupa ülkelerine görev düşecekse, ayağımıza dolanan engellerden bizi kurtarmanız gerekecek…” diyor.

Türkiye

Silahlanma resminin bize verdiği ipuçları bunlardır. Türkiye bu işin neresinde olacak dersiniz? İtiraf etmeliyim, durum pek net değildir.

Öncelikle bir NATO ülkesi olması sebebiyle Türkiye bölgesindeki fonksiyonunu ve önemini geçmişte olduğu ölçüde devam ettirmektedir. Ama bu kez Avrupa’dan (örneğin Almanya veya Fransa’dan) ayrışan özel bir konusu var, o da Asya’ya daha yakın olmasıdır. Türkiye’nin Orta Asya’daki kardeşleri bir taraftan, “Gelin birlikte olalım,” demektedirler. Bu durumda Türkiye jeo-politik düzlemde tekrar bir durum değerlendirmesi yapmak durumunda kalabilir. Pasifik boylamını dikkate alarak, ya ABD-NATO dengelerini sürdürmek suretiyle yeni bir stratejik işbirliği sahası arayacak, ya da NATO’nun yanı sıra belli ölçülerde SCO ile işbirliğine yönelecektir. Halen Ural-Basra boylamının güvenlik algısını temsil eden NATO tehdit bazında daha çok bölgesel çatışmalara ve terörle mücadeleye yakındır. Bunu da vazgeçilmez görmektedir ama Suriye’ye bir düzen getirilmesi, mültecilere çare bulunması, bölgedeki Kürtlerin desteklenmemesi konularının yanı sıra, son olay 15 Temmuz darbe girişimi esnasında da görüldüğü üzere NATO’dan gereken desteği alamaması Türkiye’nin yeniden bir değerlendirme yapması adına önemli sebepleri vardır. Bu gibi sıcak gelişmeler doğal refleksler meydana getirmekte ve Türkiye’yi şimdiden Rusya ve İran gibi ülkelerle yakın temasa geçmeye itmiştir. Bu doğal bir süreç midir?

Taktik sahada doğru hamlelerin atılması şarttır. Silahlanma perspektifleri ise stratejik bakışı gerektirir ve uzun solukludur. Örneğin içinde ABD, Kanada, UK, Avustralya’nın da olduğu F-35 projesinde Türkiye de yer almaktadır. Buna karşılık Çin yakın özelliklere ulaşmak adına ve Asya-Pasifik’te kullanmak amacıyla J-20’yi üretmektedir. Bu gibi özellikli silahlar belli bir safı işaret eder mahiyettedir. Eğer Türkiye stratejik açıdan farklı bir adım atmayı aklından geçiriyorsa, F-35 projesine dahil olsa bile, buna benzer alternatif projelerde somut bir adım atma yolunu seçebilir. Bu tip önemde farklı bir adım atılacaksa karşısına belli sorunlar çıkarılarak, “otur oturduğun yerde,” gibi hatırlatmalar yapılabilir. Bundan önce bu tip örnekler görüldüğünü söyleyenler de vardır. Önemli olan saf belirlerken güçlü anlaşmalarla ikna etme kabiliyetini artırmaktır.

Her ne kadar mantıken yanlış olsa da insanlık doğal tepkileri ile silahlanmasını sürdürüyor. Türkiye bu açıdan nispeten başı ağrıyacak türden bir coğrafyada konuşlanmış haldedir ve bunu değiştirme şansı yoktur. Bu vatan bizim en kutsal hazinemizdir. Bu nedenle Türkiye daha çok silahlanmak zorunda ve tehditlerle baş etmek durumunda kalmıştır, böyle de devam ediyor. Gelişmelere paralel olarak Türkiye kendi Savunma Sanayii’ni (SSM) kurdu ve geliştirdi. Halen silah üreticisi ve tedarikçisi konumundadır. Bu özelliğini daha da geliştirmenin yollarını aramaktadır.

Savunma Sanayiinde var olmanın yanı sıra başka konularda da ilerleme gösterilmelidir. Bu bakışla Türkiye adına şunlar söylenebilir: 1) Bütüncül bir bakışla, güçlü bir topluma, ekonomiye ve orduya ihtiyaç vardır. 2) Jeo-politik bakışla ülke dinamikleri esas alındığında sosyo-politik bakımdan da sağlam ve sağlıklı bir toplum yaratmak şarttır. Bütün bunlar için insan faktörü her şartta önemsenmelidir. Neticede silah bile olsa onu elinde tutan bir insandır. Asker gibi, diplomat da, politikacı da bir insandır. Önemsenmeli ve bu şekildeki eğitim programları kabul edilmelidir. Yani eğitim konusu stratejik-milli bir konudur. 3) Coğrafyasında barış ve istikrar için politikalar üretmelidir. Küresel politika ve diplomasi yapma konusu geçmiştekine oranla daha karmaşıklaşmıştır. Savunma diplomasisinde stratejik çeşitlendirme yapabilmek için çok nitelikli çalışmalar gerekmektedir. 4) Büyük oyuncu olmadan olmuş gibi davranılmamalı, basamaklar teker teker çıkılmalıdır. 5) Yerli savunma sanayii için gösterilen titizlik devam etmelidir. 6) İstihbaratı stratejik aktör veya dominant yapmak adına kat etmemiz gereken daha yol olduğu açıktır. Buna göre bir kurgu içine girilmelidir.

Bugün ciddi bir süreçten geçen Türkiye bunu başarabilecek iradeye ve birikime sahiptir, şimdi sabırla ve doğru adımlarla pozisyonunu kökleştirmeyi düşünmelidir.

[1] Geniş bilgi için bkz. https://www.sipri.org/research/armament-and-disarmament/arms-transfers-and-military-spending/military-expenditure

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

turkiyenin-yeni-jeo-stratejik-degeri
ÖNCEKİ YAZI

Türkiye’nin Yeni Jeo-Stratejik Değeri

turk-sivil-siyaseti
DİĞER YAZI

Türk Sivil Siyaseti

Politika 'ın son yazıları

32 views

Filistin-İsrail Politikası Hakkında

Ortadoğu'da, ABD'nin "kontrol bende" dediği bir ortamda, İsrail'in şımarıklıkları ve İran'ın anlamsız çabaları sürerken, Filistin konusunda nasıl ilerleme sağlanabilir? Bu dramatik konuyu aktörleri belirterek gözden geçirelim.
37 views

Stratejik Algı Yönetimi

Strateji ile algı yönetimi bahislerini, canlı örnek olduğu nedenle, Ortadoğu, ABD ve İsrail ile açıklayacağım. Buradaki amacım yaşamda ve çıkarları elde etmede dilin ve yaratılan algının kullanılmasının ne kadar etkili olduğunu göstermektir. Evet, temel olarak bu bir iletişim konusu olsa da görüldüğü üzere, ülkelerin mücadeleleri ve savaşların nedeni dahi olabilmektedir.
71 views

Yapay ve Doğal

Size analitik bir yöntemle, halen Ortadoğu'daki onca yapaylığa ve yürütülen negatif amaçlı algıya rağmen, Türkiye'nin ne denli doğallık içinde ve istikrar amaçlı politika yürüttüğünü açıklayacağım. ABD ve Rusya gibi büyük güçlerin yanısıra, bölgede İran ve İsrail arasında yaşananları kavramsal boyutta irdeleyeceğim. Analizin her bir basamağında belirginleşen kuralları açıklayacağım.
113 views

İsrail, İran ve Gazze

Genel bir değerlendirme yapalım, çünkü İsrail, 7 Ekim saldırısından 6 ay geçti ve "bugün Gazze'de üçüncü aşamaya geçtik" dedi. Bu ne demektir, bölgede başka ne gibi gelişebilir olabilir, hepsini inceleyelim.
87 views

Modern Rekabet

Burada modern rekabetin küreselleşmesi öyküsünü kendi içindeki kavramlarını tartışarak, Rusya ve Çin örnekleri üzerinden otoriter yönetimlerin eleştirisini yaparak açıklayacağım. Kavramsal olarak "modern rekabet" anlayışını bu şekilde açıklama imkanı bulacağım. Sonlara doğru kapitalizmin yozlaşmasını açıklayacağım. Bu kısımda da Anglo-Sakson yapıyı ve Kıta Avrupa'sını işaret edeceğim. Burada anlaşılması gereken şu olacak: Demokrasi ve insanlığın gelişimi kimsenin insafına kalmamalı, rekabetin yapılma amacı değer üretmek esaslı olmalı.
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme