orijin
Orijin

Orijin

18 Ekim 2014
Okuyucu

Yaşamın başlangıcına doğru bir incelememiz olacak. Genetik bağlamla konuyu irdeleyeceğiz. Yaşam ve ölüm gibi temel kavramları irdeledikten sonra, bu konuda ileri sürülen mikro-biyoloji ve mineroloji kapsamındaki düşünceleri ele alacağız. Yaşama ait kritik eşiklere kısaca değinme fırsatımız olacak. “İnsanın topraktan (kilden) yaratıldığı,” şeklinde ifade bulan önemli bir konuyu teknik bağlamda tartışma şansı bulacağız. Her ne kadar farklı bir sonuca doğru gitse de, bilimsel düzeydeki açıklamalarını çok önemsediğin A. Graham Cairns-Smith’in düşüncelerine değinme fırsatım olacak. Sonuçta “Halife” kavramını sizlere tekrar anımsatacağım. Bilimi inanca yaklaştırma gayretim çerçevesinde bir yazı olacak kanaatindeyim. 

Yaşam Kavramı Üzerine

Yaşam doğmak ve ölmek arasındaki süreçtir. Evrende doğma fiilini değişik şekillerde görebiliyoruz. Evrenin kendisi veya bir yıldızın doğumundan tutunuz, insanoğlunun doğumuna dek üzerinde düşündüğümüz çok konu var. Bir bitki tohumundan türeyen yeni bahçeleri kolaylıkla açıklayabiliyoruz. Tartışmalar ilk tohumu yapan en basit gen yapısının bir bitkiye dönüşümü üzerinde sürüyor. Öyle ki, bitki hareketsiz canlıdır, ya hareketli canlılar nasıl doğdu? Bitki geninin daha da ileri aşamasına bir geçiş mi, yoksa ayrı bir doğum mu?

Doğmanın tersi de aynı bağlamda tartışılabilir: Ölmek fiili. Örneğin genin ölmesi mümkün müdür? Bu yazıda daha çok doğmak fiili ile ilgileneceğim, ölme fiiline kısaca değineceğim.

Diğer gezegenlerde bulunanları ve hatta evrenlerde varsa başka yaşamları bilmemiz mümkün değil; bugün sadece dünyaya bakabiliyoruz. Yaklaşık değerlerle 4,5 milyar yıl önce başlayan dünya safahatı devam etmektedir. Bilim insanlarının yaptıkları araştırmalar sonucunda kaya örnekleri içinde 3,5-2,8 milyar yıl önceye ait bazı mikrobik kalıntıların olduğuna şahit olundu. Bu “tek hücreli yaşam” anlamına gelmektedir. Diğer yandan çok hücreli canlılığın 700-570 milyon yıldan bu güne var olduğunu bilmekteyiz.

Mikro-biyoloji bilim dalı ilerleyince yaşamın kodlarına dair çok önemli ipuçları elde edilmiş oldu. Her geçen gün yeni bir sayfa daha açılarak, insanın kendisi ve yaşamı ile ilgili bilgisi artmaktadır.

Bilim insanları genin ölmeden yaşamasına dikkat çekerler. Çünkü nesilden nesle atlayarak gen bir anlamda türün devamlılığını açıklar. Bu düşüncedekilere göre, örneğin tek bir insanın önemi yokken, eğer yaşam bir milyar yıl olacak ise, (bu örneğe bağlı olarak) insan türü bir milyar yıl yaşamış olacaktır.

Bu düşünce bana yine Kur’an’da (diğer kitaplarda da benzer açıklamaları vardır) şeytanın Adem’in aklını çelerken (teşbihi bir anlatımla) kullandığı argümanı hatırlatıyor: “Ölümsüz olman, sonsuza dek yaşaman senin elinde, artık ‘O’ yaratana ihtiyacım yok!” genetikçilerin hiç fırsat kaçırmadan bu argümana sarılmaları dikkat çekicidir.

Kerim Kitap genin öleceğini söylememektedir. “Her nefis ölümü tadacak… daha sonra tekrar meydana getirilecek,” demektedir. Aslında bir süreklilik mevcuttur. Yani tek bir insanın ölmesi ve ardından nesillerin devamı fikrinde, zaman ve mekanı da işin içinde mütalaa etmek koşuluyla, bir değişiklik yoktur. Böyle bile olsa “bireyin sorumlulukları” yadsınamaz, değil mi?

Bu nedenle gen, “canlıların üremesine potansiyel olarak yetecek süreyi veren küçük bir kromozom parçası,” olarak nitelenebilir. Genin aktarılan nesiller içinde bir “kopyası” bulunmaktadır. Bireysel olarak “ben” kendi yaşamımdan sorumluyum ve ilgilendiğim gen bende bulunandır. Onu korumak ve geliştirmek benim en birinci vazifem olsa gerek. Bir inanan için söylüyorum, hatta bir sonraki yaşamda (Ahiret sonrası) vücut bulduğumda gelişmiş bu genetik yapıma bağlı benlikle meydana gelmem beni daha iyi şartlara taşıyacaktır.

Ölmek yaşamda yenilenmek için bir aşamadır. Benim düşüncem budur. Ancak genetikçilerden bir kısmı halen konuyu (enteresandır, felsefi düzlemde) tartışmaktalar. Her şeyi öğrenen gen, hatta “bencil gen” şu ana kadar ölmemeyi geliştirememiş gözükmektedir. Bunu da şöyle açıklamaktalar: Yaşlılık dünyada gereksizce kalabalık oluşturur, neslin genç kalabilmesi için gen kendini feda etme yolunu seçer ve ölümü böylelikle tercih eder. Bu düşüncenin sahibinin Tanrı Yanılgısı’ndan bahseden Richard Dawkins olduğunu açıkça belirtmeliyim.[1] Sanırım bu düşüncedekiler için, galaksilerin veya yıldızların ölmesini gerçekleştiren atomaltı yapıların da benzer tercihleri yaptıkları fikri yeterince açıklama fırsatı bulamamış olsa gerek! Pek yakında bir başkası, “Aslında gen değil müyonlar fedakar malzemedir,” derse hiç şaşırmayın!

“Orijin” bilinenden farklı mı?

Peki, dünyada yaşam “nasıl” başladı? Bu konuda birçok faraziye ileri sürülebilir. Bilim insanları faraziyeleri alt alta diziyorlar ve sonra “bilimsel yöntem” dediğimiz bir disipline en yakın olanı seçiyorlar. Örneğin, “Tanrı yarattı, uzaylılar geldi tohumladı…” fikirleri disipliner bir yaklaşımla hemen bir kenara konuyor. “Kendi kendine oldu veya şans eseri oldu…” diyorlar. “Şans” sözcüğünün (katrilyon kere katrilyon kere katrilyon kere … katrilyonda bir, benzeri anlatıma sahip bir olasılık içerdiğinden olsa gerek) bilimsel bir anlamının olduğunu söyleyen düşünce sistemi, başlatıcı, denetleyici ve sonlandırıcı bir “iradenin” var olabileceğini kabul edemiyor.

Genetik bize bugün şunu hatırlatıyor; bir böcek ve insan geni arasında yapıtaşları bakımından hiçbir fark yok; tek fark var, o da nükleotidlerin A, T, G, C dizilimleridir. Bir böcekten veya bir mantardan gerilere gidebilirsiniz, tüm canlılar, gözle görülemeyecek kadar küçük olan okyanus diplerinde yaşayan planktonlar aynı özelliklere sahiptir.

“Hareketli canlı suda yaratıldı,” demiyor muyuz? Örneğin insan hareketli bir canlı değil de ne? Başka bir soru: Hareketli canlı suda şans eseri mi meydana geldi? Aslında “değişik düşünüyorum” diyenlerin arasındaki fark bir kelimeyle özetlenebilir: Benim de inandığım kesim “yaratıldı” derken, diğer kesim “şans” olduğunu iddia etmektedir..

İnsan bahsine varana dek, onu varlık hiyerarşisinin en üstüne koyanların tümünün süreçlerini bilmemiz gerekmektedir. Canlı-cansız her varlık için atom yapısı esastır. Burada kabaca “atom yapısı” diyoruz ama biliyoruz ki bunun da içinde “atomaltı” bir okyanus var. İnsanlık bu okyanusta daha yeni yeni yol alabilme kabiliyetini yakaladı. Dünyanın ömrü yeterse bakalım nerelere ulaşılacak? Konuya kolay ifadeyle yaklaşalım; eğer insanda bin kere milyon kere milyon kere milyon kere milyon atom var ise işi atomdan başlayıp anlatabilmemiz gerekir.

Bilgi konusu önemli! Atomaltı seviyedekilerin bilgiyi öğrenerek galaksilere, yıldızlara ve daha pek çok şeye “mükemmel” bir şekilde dönüşmesi, içlerinde kendine uygun yapıları çoğaltabilmesi ve dünya gezegeninde ise “mükemmelliğin en üstü” diye niteleyebileceğimiz insanı şans değildir. Yaşamın gelişimi bir şans sistematiğine bağlı olsaydı, kendiliğinden kontrolsüzce ve hedefsiz şekilde öğrenenlerin denenmiş, beğenilmemiş ve bir tarafa konmuş canlı-cansız bozuk, tamamlanmamış ve hatta çöp halindeki yapılarını görürdük. Ya hiç olmuyorlar ya da bir sonraki “mükemmel” meydana gelince bir önceki tamamen yok oluyor. Bu sadece “yaşama uyum gösteremeyen yanlış malzemeli varlık” demekle açıklanabilir bir şey değildir. Bilginin mükemmeli aşılaması ve böylelikle akıl almaz bir bilinç atmosferi içinde gelişmesi boşa değildir.

Maddenin en küçük yapıtaşından bir moleküle geçerken bilim insanları bir ara malzemenin tanımına ihtiyaç duymaktadırlar ve buna “eşleyici” adını vermektedirler. Eşleyici kavramı çok geniştir. Bazen kararlı yapılara verilen isimdir. Örneğin bir grup atom kararlı bir yapı oluşturuyorsa birbirleriyle olmaya devam edebilirler. Bazen de bir kereliğine yakaladığı kararlılıkla meydana gelen yapılardır. İlk eşlenmedeki özel durum bellidir. Bu, ilk yaptığını daha sonra yapmayan bir malzemedir. Eşleyici bir kalıp gibidir. İçindeki bilgiyi diğerlerine vererek eşler. Biyolojik form oluştuktan sonra, bugün biz buna “gen” diyebiliyoruz. Dünyada eşleyicilerin ortamı suda, amaca binaen bir kereliğine ve yoğun bir şekilde oluştuysa ve bunun tekrarını bugün göremiyorsak, dünyayı tekrar ateş topundan soğumaya geçtiği başa dönmemiz mümkün olmadığından, elbette bu çok doğal bir sonuçtur.

Evrende olan elementlerin atom yapılarını canlı organizmaya dönüştürmek için neye ihtiyaç var? Burada ortaya konan iki görüşü ele alalım. Bilim insanları hücre yapısına geçmeden önceki yapıyı tarif edebilmek için ana malzemenin organik veya inorganik moleküler yapılar olduğunu ortaya atmaktadırlar.

Organik moleküler yapıyla ilgili önerme kolay açıklayabileceğimiz bir açıklamadır. Atomlardan moleküler yapılara geçildiği, ardından aminoasitlere dönüşüm sağlandığı ve belli/uygun bir yaşama ayak uydurma karakteri kazandıktan sonra meydana getirdikleri sarmalların/zincirleri üzerine bir zar ördükleri ve böylelikle hücre yapısına dönüştükleri fikrine dayanmaktadır. Bu fikir birçok bilim insanının buluştuğu fikridir, hemen bütün fizikçiler, kimyacılar ve biyologlar böyle düşünürler. Darwin bu düşüncedekilerin en kapsamlı çalışmalarını yapan bilim insanıdır. Richard Dawkins de bunlara dahildir.[2]

İlk Mikro-Kristal Gen

Bilim insanlarını ortaya koydukları ikinci görüş çok ilginçtir; tıpkı Kur’an’da yazılanı tarif eder mahiyettedir. İnorganik moleküler yapıdaki atomlardan minerallerin ve küçük kil parçacıklarının meydana gelmesi söz konusudur. Kimyacı A. Graham Cairns-Smith[3] şöyle diyor: “İlk eşleyiciler organik moleküller değil de inorganik mikro-kristaller olabilir.” Bunu ispatlayamıyor ama sadece öne sürmekle yetiniyor. Cairns-Smith bu iddiasını, “İncil’de de yer alan bildiğimiz bir eski konu,”[4] olarak hatırlatıyor.

Cairns-Smith’e göre ilk gen mikro-kristal gendir. Bu mikro-kristal gen başka kristallere dönüşmeyen özelliktedir. Önemli olan nokta, mikro-kristal genin uzun süre çok büyük miktardaki bilgiyi muhafaza edebilmesi, kopyalarında kullanabilmesi, aktarım yapabilmesi ve hayatta kalabilme gücünü geliştirebilmesidir. Cairns-Smith süper-satürasyon ve tohumlanma konusunun ilişkisine dikkat çekmektedir. Bu tamamen deneysel bir bulgunun işaret ettiğidir. Buna göre, satürasyonun derecesi ile tohumlanmanın derecesi belli bir dengeye oturmaktadır ve belki de bu ideal ölçekte bir kereliğine meydana gelebilir. İdeal yapı sudaki toprak özlü kristal genin bütün canlılığa hayat verecek bilgi parçacığıyla işe koyulmasının bir anahtarıdır.

Su, kimyasal tepkimeye en elverişli şartlara haiz tuzlu deniz suyu ve içinde değişik minerallerin olduğu türden bir özellik içerir. Çünkü yerkabuğunun kaymağı ve yağmurların özünü alıp boşalttıkları denizlerde toplanmaktadır. Orijinde bir kereliğine olan o ideal karışımdan söz ediyoruz. Terkipte kalsiyum karbonat bulunur. Zaten ilk kabuklu canlıların fosilleri bize böyle olduğunu işaret ediyor. Basit anlatımla kalsiyum karbonat yoğun kristal yapılı killi topraktır. Kil, su ve güneşle en çabuk etkileşen mineral cinsidir.

Cairns-Smith’in sunduğu “yedi ipucu” bahsinde iddia ettiği ilk konu “genetik bilginin bir form olduğu” ile ilgilidir. Genetik bilginin kopyalanabilmesi uygun şartların oluşmasıyla mümkündür. Diğer bir aşamada biyo-kimyasal moleküllerin merkezdeki nükleotid birimleri imalini görmekteyiz. Şimdikinden çok farklı ilk organizma bileşiminin oluşumu önemli bir aşamadır. Çünkü gerekli genetik malzeme tamamen o şartlara aittir. Lifler halinde genlerin bileşimi aşaması organizmik gelişmenin başka bir aşamasıdır. Eğer olanlar bir makine benzetmesi ile açıklanır ise bu tamamı ile kendine ait özellikleri olan ilksel bir teknolojik yapıya sahip yaşam makinedir. Kristal zerrelerinin birbirlerine bağlanmaları ile bu düşük teknolojili genetik materyal artık belirginleşir. Bileşimdeki atomlar makul miktardadırlar. Karmaşık bilginin kopyalanması ise bir öz-kontrol mekanizması ile işler. Bütün bu süreçleri nehirlerin denizlere taşıdığı killi topraktaki minerallerden, kristal zerrelerinden oluşan geniş alanlara yayılmış bir çözeltide meydana gelir. İşin en önemli kısmı ise bu şartlarda organik moleküller oranla inorganik kristallerin bir dış tabaka meydana getirmelerinin daha uygun olmalarındandır.

Yaşam devam ederken dünyada belli olan temel düzende ne olabilir ki farklılıklar en doğru şekilde kendi yepyeni ve mükemmel ürünlerini verebilsin? Bir şeyin benzerlerine bölünmesi, kararlı yapıda olması mı daha kolaydır, yoksa yeni bir mükemmellik için bilgiyi kullanarak bir kusuru ortaya koyabilmesi, farklılaşabilmesi, kusurlu/farklı bir yapıyı yapabilmeyi sabitlemesi mi daha kolaydır? İlki daha kolaydır. Ancak ilk mikro-kristal yapıdan meydana gelen değişim bize göstermektedir ki, kalıcı bir gelişme için şartların çok büyük ölçekte hazırlanması ve kontrolden çıkmayacak doğrulukta yönetilmesi gerekmektedir. İşte bu ilk genin taşıdığı bilginin mantığının esaslarından biridir.

Yaratılışın Sırrı

Mikro-kristalin yapı inorganiktir ve mineraldir. İlk organizma organik molekülden değil, doğasındaki inorganik kristalden meydana gelmektedir. Tarihin bir kesitinde, bir süreliğine ki bu süreç de çok uzun olabilir, dünyanın en elverişli tuzlu sularındaki kilit malzeme olan çözeltilerde inorganik kristaller, bilinen modern tiptekinden farklı olarak, gerekli genetik dönüşümü gerçekleştirebilmişlerdir.

Temel yaklaşımla, sizce bu düşüncenin Kur’an anlatımıyla çelişen tarafı var mıdır? İlk eşleyici inorganik kristallerden (mineral yapılı küçük kil parçacıklarından) meydana gelmiştir. Zamanla gelişen DNA daha sonra eşleyiciliği (gen fonksiyonunu) ele geçirmiştir. Dolayısıyla bugün hiç yoktan bir eşleyici üretemezsiniz, var olan molekülleri kullanabilirsiniz. İşte! İlk yaratılışın sırrı buradadır. Süreç DNA’yı yapılandırınca bugün bildiğimiz bilimsel patern ortaya çıkmış ve çoğalma, gelişme ve değişim açıklanabilir olmuştur.

Genç genetikçiler Cairns-Smith’in tezini dikkate almalılar ve geliştirmeliler. Dahası farklı disiplinlerde çalışmalar yapılmalıdır: Biyo-kimyanın ve mikro-biyolojinin yanı sıra mineroloji.

Bilimin ürünlerini kullanan ama bilimle küskün yaşamayı maharet bilenler ise bir tür sihirbazlık anlatımı olan yaratılışın öykülere dayalı tezine değer vermekten kendilerini kurtarabilirler. Çünkü Kur’an en son ve en doğru bilgiyi vermek için vahyedilmiştir.

“Halife, Bir Adem Öyküsü” isimli kitabımda konuya ilişkin şöyle bir soru sormuştum: “Örneğin 570 milyon yıl önce meydana gelen denizlerin tortullarla dolmasının ve kalkerleşme oranın arttığı safhada, tortulların bileşenleri ile mürekkep kalkerik özlü çamurdan bir hareketli canlı olarak insanın da temelinde var olan ökaryotik hücre yapısına geçiş, buradan da belirtilen süreden sonra Adem’in tamamlanması işaret edilmesi mümkün olamaz mı?”[5]

Bu soru okuyucuyu şu noktaya taşıyor: Alemlerin Yaratıcısı’nın kendi yarattığı bu evrende her an ve her alana müdahalesi ile ilgili bir sorun yoktur. Bunu insanın zaman ve mekan şartları açıklayamayabilir. Bu nedenle tümel bilginin önemli bir kısmının bilinmezliklerle dolu (gaybi) olması söz konusudur. Bu uzayın milyarlarca ışık yılı uzaklıklara uzanması gibi bir somutluk içerir. Ama doğal şartlarda ve bilimsel yöntemlerle ulaştığımız doğrular veya kısmi doğrular İslam ile çelişmemektedir. Burası önemlidir.

Ve kitabımda şöyle devam etmiştim: “Eğer insan topraktan, kilden, çamurdan yaratıldı diyorsak, bunun kimyasal bir içerik olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Dünyanın derisi olan toprağın içeriğinde mineraller yer alır. Toprak organik ve inorganik bileşenleri bünyesinde bulundurur. Örneğin toprağın katmanlarında kalker, kil, kum, tuz, fosfor, vs yer alır. Yeterli orandaki su ile ilişkisi halinde ortaya yarayışlı yapı ortaya çıkar. Bitkiler ve hayvanlar için hem ev sahipliği hem de besin oluşumları ortaya çıkar… En azından diyebiliriz ki; zaman içinde atmosferiyle birlikte dünya oksijen soluyan mikro organizmaların gelişeceği ortamı hazırlamıştır, türler denizdeki tortulların ve kalkerin artışına paralel büyük bir artış göstermiştir, hareketli canlılar suda meydana gelmiştir, primatlar bir varlıktır, insan öncesi var olanlar insansılardır, bütün bunlar için uzun bir süre geçmiştir, üstün insanla birlikte Adem’in atanması gerçekleşmiştir.”

Mikrobiyolojide “yaratmak” demek, genetik alt birimlerin daha önce denenmemiş şekilde düzenlemesi, anlamına gelir. Yani, olanla ve olabileceği tetiklemekle ilgili bir çabadan ibarettir. Deneme ve görme üzerine çalışır. Bütün sonuçları her yönüyle bilecek, hatta milyarlarca yıllık süreçlerde diğer bütün ilişkilerle birleştirebilecek bir bilinci yönetmek anlamına asla gelemez. Örneğin gen kompleksleri öğrenebilir, taklit veya ret edebilir, değişik tedbirler alabilir; sonuçta bir canlı oluşumla ilgilidir. Dolayısıyla bilimin onunla ilgisi daha çok sürecektir.

Elbette yaşamda bir insanın çözemeyeceği bir çok konu var. Örneğin, neandarthal ne oluyor da karışmadan homo-sapiens’e dönüşüyor, olması gereken değişim noktaları eksiksiz meydana geliyor? “Doğal seçilim” sözü daha sonra söylenebilir, olduktan sonra. “Durun şimdi, doğal seçilimle (örneğin) gırtlakta vokal sistem oturacak, kafatasında foramen magnum çukuru meydana gelecek…” gibi ayrıntılı ve tam da ihtiyacı karşılayacak organizmadaki yerlerde trilyonlarca atomun hareketini organize edecek, DNA’yı kodlayacak, kromozomlara ters-yüz isabetli kopuşlar ve eklemeler yaptıracak ve bütün ideal hale gelmiş değişimi kopyalayacak sistemi kuracak dirayeti bulacak “bilinç” nasıl gerçekleşecek? Belki de bilim insanlarının üzerinde durduğu “doğal seçilim” tek başına yeterli değildir, ne dersiniz?

Bütün bunlar olmuş, bir yönüyle bitmiştir. Bilinç atmosferinin her an gelişimine koşut gelişme gösteren bilim insanı diyor ki, “İşte olan budur!..” Adem olmasa idi ne bilinecekti ki? Belki insan yine nesli tükenen bir canlı türü olarak kalacaktı, belki de başka bir değişim söz konusu olacaktı. Yani din, “İrade olmadan hiçbir şey olmaz!” diyor. Din, bu son olana organizma, canlı veya tür olarak “insan” ama daha önemlisi “halife” diyor. Halife olduğu nedenledir ki; isimleri (kavramları) bilebiliyor, bilgi üretebiliyor, bugün bunları irdeleyebiliyor, ama yine de bilinç atmosferinin genişliğinde ve derinliğinde öğreneceği çok şeyin olduğunu idrak ederek haddini biliyor.

[1] Richard Dawkins, Gen Bencildir, Kuzey Yayınları, İstanbul, 2014, s. 63.

[2] Bkz. Richard Dawkins, Gen Bencildir, Kuzey Yayınları, İstanbul, 2014.

[3] A. G. Cairns Smith, Seven Clues to the Origin of Life, ‪Cambridge University Press, ‪1990. Bkz. Kindle versiyonu sayfa 1038.

[4] A.g.e. Sayfa 1588.

[5] Gürsel Tokmakoğlu, Halife, Bir Adem Öyküsü, İz Yayınları, İstanbul, 2013. Daha geniş bilgi için Bkz: David Oldroyn, İnsan Düşüncesinde Yerküre, Çev. Ülkün Tansel, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 4. Baskı, İstanbul, 2010.

Kültür 'ın son yazıları

366 views

Eleştiriler

Sizlere günümüzün iyi algılanması gerektiği bağlamında, özellikle bizi ilgilendiren yönleriyle, sosyal bilimler ve dış politikaya dair bazı eleştirilerimi aktaracağım. Dünya hızla değişiyor, güç dengeleri bildiğimiz biçimden oldukça farklılaştı, eğer bunlara ait kavramlara ve anlayışlara vakıf olamıyorsak, konuşuruz ama aslında başka bir şey anlatırız.
363 views

Devrim

Bize devrimin ne tarafı kaldı? Diyeceksiniz ki hangi devrimin? Açıklayacağım. En başta şöyle sloganik işaret edeyim: Devrimden değil, sapkınlardan ve geç kalmışlıktan kork!
548 views

Generalist

Ülkeler ve dünyamız için iyi bilinmesi gereken bir konuyu işleyeceğim, generalist olmak. Buna karşılık gelen bir sözcük aradım bulamadım, yine de ben genele yetkin diyeceğim. Genele yetkin kimseler kimler, örnekleri neler? Uluslararası İlişkiler, Ekonomi ve Askerlik sahalarında örnekler vereceğim, neden gerekli, bunu açıklayacağım.
507 views

ENTELEKTÜEL SORUNSALI

Temelde insanın doğası, zamanın getirdikleri ve sürekli gelişen küresel zorluklar var. Bunun üzerine her alanda tereddüt uyandıran değişik adımlar ve gerçek bir hedef. Sözü edilen şu, kalkınmak! Eğer artık kalkınmışlar sınıfında olmak istiyorsanız!.. Gerçekten istiyor musunuz? İşe bu emelin ne denli büyük bir mücadeleyi gerektirdiğinin farkında olmakla başlanmalı. İşte tam da bu noktada, düşünsel içerikli bir açıklamam olacak. 
2K views

Sıradan ve Mükemmel

Bu makalede sizlere insan zihni içerisindeki tarif veya algı ile gerçeğe ilişkin olanın farkını açıklayacağım. Ele alacağım temalar sıradancılık, mükemmelcilik ve gerçeklik ötesi hakkındadır. Başta soralım, karşılaştığınız şey gerçek mi, yoksa gerçek ötesi mi?
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme