kuresel-degisim-ve-saf-insanin-sorumlulugu
Küresel Değişim ve Saf İnsanın Sorumluluğu

Küresel Değişim ve Saf İnsanın Sorumluluğu

7 Ekim 2013
Okuyucu

İnsanlık çaresizliğine bir isim mi arıyor? Olup bitene bakıldığında etrafımızı saran “kendi çalıp kendi söyleyen” türden baskın bir kültür mü var? Hatta bu olup biteni tüm insanlığa mı maledeceğiz? Suçlu ve masum kim? Zaten her şey değişim içinde de; bir de insanlık adına bir kesim inisiyatif alıp şartları belirliyor ve böylelikle düzen kendini değiştiriyor. İnsan çevresini bu değişime uydurmaya çalışıyor. Peki, kim ne tarafta? Yaşadığımız dünyada bildiği yolda gidenler de kendini yeni olarak tarif edenler de var. Bütün bunlara karşı, yolunu sürekli merkezde, yani doğruda tutan ve saf kalmayı başaranlar varsa, bu kesimin önlerindeki ev ödevleri neler?

Anthropocene Dönem – Yeni İnsan Dönemi

Anthropocene terimini Türkçeye “yeni insan” olarak çevirebiliriz. Anthropo insan, cene yeni anlamındadır. Anthropocene Dönem, ilk olarak Eugene F. Stoermer tarafından ileri sürülmüştür. Nobel ödülü alan Atmosferik Kimyacı Paul J. Crutzen ise terimi daha bilinir hale getirmiştir. 2008 yılındaki bir açıklamasında yeni insanın dünyada meydana getirdiği değişim zamanının tarifini yaparken, “Jeolojik zaman cetvelinde artık bir Anthropocene Dönem başlamalı,” demiştir.

Küresel ısınmanın bu denli önemli olduğu günümüzde Crutzen’in açıklaması tekrar hatırlandı. Küresel ısınma konusunda Birleşmiş Milletler şu açıklamayı yaptı: “Son derece açıktır ki geçen yüzyılın ortasından bu yana gözlenen küresel ısınmanın esas nedeni –kesin- olarak insan etkisi görülmüştür.” Bunu anlamı insanın etkisi %100 olarak görülmektedir.

Bunun açık anlamı şudur: İnsan elinin değdiği yerler, olması gerekene göre değil insana göre değişiyor ve süreç doğanın kendi seyrinin dışındaki bir çizgiye giriyor.

İklim Değişikliği beşinci değerlendirme raporu üzerinde Hükümetlerarası Paneli (IPCC – Intergovernmental Panel Climate Change) 23-26 Eylül 2013 tarihinde Stockholm’de gerçekleştirildi. Bu toplantı sonucu Crutzen’i haklı çıkardı. Bilim adamları insan etkisini tarım dönemine girişle mi, yoksa Sanayi Devrimi ile mi başladığını tartışıyorlar. Ancak yerkürede (litosfer) belirgin farklılıkların Sanayi Devrimi ile meydana gelmesi daha öne çıkan bir konudur. Sanayi Devrimi’nden sonra ekolojik dengelerde, biyolojik çeşitlilikte ve türlerin gelişmesinde insanın etkisiyle yerkürede yeni bir sayfa açılmıştır.

Sanayi Devrimi’nden sonra Batılı zihniyetteki insan “çok hızlı koşmanın” bir yararı olduğunu zannetti. Bu arada belirteyim: Fikrime göre tarihi çizgide insanlık kendini gereksiz bir yarışa soktu. Çıkarcılık, daha fazla sahip olma arzusu ve benzeri bencillik kokan tarifler; ihtiyaçları, refahı ve güvenliği tarif ederken yanlı davrandı. Hatta çoğu durumda yanılgı anlaşıldı ve işler oldubittiye getirildi. Sorana da bu insanlığın tarihi dendi. Dünyaya maledilen Batı tarihine bakın: Biri diğerinin önüne geçmek için sömürgecilik, dünya savaşları, kitle imha silahları, uzay yarışı gibi belki de daha hazmedilerek ilerlenmesi gereken süreçlerde aceleci davrandı. Koşuşturmasının özellikle kendilerine bir yararı olacağına inanıldı. Batılı düşünce yapısı küresel sorunları bile bile bugün bilgi çağına hızla gelip, kendi geleceğinin dahi tehlikeye düştüğü sorunları ortada duruyorsa, hakikaten büyük bir yanılgı içerisine düşmüştür.

Örneğin bugün küresel ölçekte atmosferdeki karbondioksit oranı 800 bin yılın en üst seviyesinde olarak ifade ediliyor. Bu durum neyi işaret ediyor? Ayrıca atmosferde mevcut sülfür ve nitrojen oranı çok yükselmiş durumdadır. Her gün medyadan kutuplardaki milyonlarca yıldır orada duran buzul dağlarının nasıl eriyip gittiğini izliyoruz. Şimdilik evimizin önünü su basmadı diye günlük koşuşturmadan kendimizi alıkoymayı düşünemedik! Okyanusların “pH” oranı tahminlerin çok ötesinde değişiyor. Asit etkisi arttığından okyanus canlıları giderek azalıyor. Okyanuslar dışında kütlesel oran cinsinden %40 olan buzul alanı söz konusuysa, bahse konu “yeni insan” ortaya çıkan yaşam şekline göre tavır almak zorunda mı kalacak? Yani şimdi bu yöne odaklanıp, yeni tür tavırları gözleyip, yeni bir insan haliyle mi kafamızı karıştıracağız?

Ama dünya bizim, insanlar ise Âdem’den dolayı kardeşimiz… İşte tam bu noktada “modern” insanla “üstün” insan arasında bir fark kendiliğinden ortaya çıktı diye düşünüyorum. Kitaplarımda işlediğim halifelik, muttakilik ve üstün insan açıklamalarının yerinde olduğunu tekrarlıyorum. Çünkü bu tür değişim konularını kritik etmiş, esas sorunların kaynağını işaret etmiştim.

Politika ve Gerçek

1950’lerden itibaren nüfusun, GSYİH’nın, gübre kullanımının, iletişim ve ulaştırma araçlarının, kağıt tüketiminin büyük tempoda arttığına tanık olduk. Depolara nükleer silahlar yığdık. Bu bir paradoksun da göstergesidir. Batı diliyle ve bilimsel anlamda bu konuları ekolojik tartışmaların odağına yerleştiren Will Steffen oldu. “Büyük Hızlanma” şeklinde ifade edebileceğim bir süreci işaret etti. Ama bunu gerilere gidip örneğin ne Stalin’e ne de Reagan’a anlatma fırsatı bulamamıştı.

2000’lere gelindiğinde insanlık acaba gezegenimizin sınırları nedir, diye sormaya başladı. İklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, azot ve fosfor döngülerinin bozulması, arazinin kullanımı, tatlı su çıkarma ve tüketme şekli, okyanusların asitleşmesi, ozon tabakasının incelmesi, atmosfere aerosol yüklenmesi ve kimyasal kirlilik konuları üzerinde raporlar hazırlandı. İnsanı yaşamda tutacak destekler nelerdi? Bu sorunun cevabı aranıyordu. İşte bu süreçte politika mı gelecek mi ikileminde tartışmalar yükseldi. Anthropocene terimi tekrar masaya yatırıldı. Stratejiler öne sürüldü. Benim de sözünü ettiğim zaten bu: “Evet arkadaşlar, durum buysa gelin şimdi şunu yapalım…”

Bu süreçte işin siyasi yelpazedeki ağırlığı da arttı. Yeşil Hareketler, Yeşil Devrim ve Yeşil Partiler… Ancak bardağın dolu tarafı bize şunu da söylemekteydi: Eğer Afrika’da toprak verimli kılınacaksa gereken yapılmalı, artan nüfuz doyurulacaksa yeni tarım teknikleri yaratılmalı, Amazon’da ormanlar kesiliyorsa engel olunmalı, enerji kaçaklarının önüne geçilmeli, yeni ve temiz enerji kaynakları yaratılmalı… Ama bütün bunlar ve daha fazlası GSYİH’yı artıracak şekilde düzenlenmeli! Bu konuda Simon Kuznets’in çabalarına şahit oluyoruz. Ne adına? Yeni insanlık için!

Küresel Isınma konusunda dördüncü değerlendirme raporu 2007 yılında yayımlanmıştı. Küresel ısınmada insan faktörü için bu rapor “büyük olasılıkla” (%95-%100) ifadesini kullanmıştı. Yazarların çoğu bu sonucu bir “politik tavır veya bilindiği halde gerçeğin üstünün örtülmek istendiği,” şeklinde açıklıyorlar.

IPCC raporları küresel ısınmada insan etkisi olasılığını zaman içinde arttırma yolunu seçmiştir. Önceleri sera gazları, aerosoller, diğer iç etkenler üzerinde duruluyordu. Örneğin 1951 yılında olasılık %66’nın üstünde görülüyordu. Ancak 2007 yılı IPCC raporuna göre 1.5° C’den 2° C’ye olan ısınma göstergesi küresel iklimi salınan karbondioksitin etkilediği fikrini güçlendirmişti. Önceleri “mümkün” görülen şey Stockholm’de kesin hale dönüştü. Çeşitli çevreler IPCC raporlarının siyasal bir malzeme olarak üretilmesinden şikâyetçiler. Bilim insanlarını %5 gibi bir farklı açıklamada bulunmasının anlamını bu yönde değerlendirenler seslerini yükseltmektedirler: Bu oran insanları kurtaracak mı?

Başka konular da var. Atmosferik sıcaklığın 15 yıl içindeki ısınma oranı dikkat çekmektedir. İddia edildiği gibi, güneşten gelen zararlı ışınların süzülmesiyle ilgili işlemde atmosferin daha fazla ısınmak durumunda kaldığı değil, orada da insan etkisi ortaya çıkmıştır. Örneğin 2005 yılından 2011 yılına kadarki sürede insan kaynaklı radyasyonda %43’lük bir artış olmuştur.

İnsanlık hesap edebiliyor mu; Soğuk Savaşlar’ın dünyayı aslında ne kadar ısıttığını? Nükleer denemelerin nelere malolduğunu? Uzay yarışından ne kadar zarar görüldüğünü? Sadece araçların değil, roket motorlarından savrulanlardan atmosferin ne denli etkilendiğini? IPCC bunun hesabına ilişkin bir tablo eklesin isterim raporlarına…

Ama politika çözüm üreten (!) bir kurumdur. “Madem durum bu, o halde çözüm şu…” der ve önündeki işe bakar. Dolayısıyla olup biten kabullenilmiş olur. “Yeni dünya, yeni jeolojik dönem ve yeni insan bu; biz de yeni yaşam şeklini devreye sokalım…” der! Hatta bundan bile yeni ekonomik potansiyel yaratır, gelişme olarak görür, zenginlik, ilerleme der…

Hem nüfus arttığından hem de beslenme zincirinde farklılıklar oluştuğundan yeni tarım ve beslenme teknikleri geliştirilecek. Çözümlerden biri de bu!

Anthroproto – Saf İnsan

Buna kimlerin ne için neyin karşılığında sebep olduğu birçok yazar tarafından tartışılmış ve tartışılacaktır. Ben bu terimden yola çıkarak başka anlayışları da yanına ilave ederek insan hakkındaki kavramların değişik kullanımlarını irdeleyeceğim.

Terimin etimolojik şeklini biraz değiştirerek farklı bir alana çekebiliriz. Değişime uğrattığı dünyaya bakarak, Batı kültürünün mantığıyla büyük oranda biyolojik ve fizyolojik içerikli bakış açısıyla tanımlanan “modern insanın” (homo sapiens) son şeklini “yeni insan” olarak ifade edebiliriz. Bir adım ileri gidersek bu insan tanımı akıl ve davranışları yönüyle vardığı yeni dünya anlayışını da içermektedir. Hatta çağın yeni sorunlarına tepkileri ve aldığı önlemler de bu kavramla açıklanabilir.

Geleceğin insanı “anthropocene” mi? O halde bu terimin dışındakiler “anthropoproto” olmalı!

Anthropoproto’yu Türkçeye “eski insan” olarak çevirmek mümkün. Yine anthropo insan, proto ilkel/eski anlamındadır. Bugün böyle bir yakıştırma yoksa da gelecekte olabilir diye bakalım. Bu tanımı, anthropocene’ler tarafından kullanılabilecek ve “diğerlerini” ifade edecek şekilde düşünelim.

Anthropoproto’lar da modern insandır. Ama diğeri gibi değişime, yeni dünyanın yeniliklerinin aldatmacasına ve ihtiyaç ifade etme şekillerine diğerleriyle aynı tempoda uyum sağlamak istememişlerdir. Her ne kadar yeni insanlar diğerlerine eski demek isteyeceklerse de şimdiden ben buna “saf insan” desem daha doğru olacak kanaatindeyim. Örneğin sanallığa ve yapaylığa fazla ilgi duymayan, dünyadaki sapkın eğilimleri ve değişimleri önemseyen; hatta buna karşı duruşu idealleri olarak değerlendirenler; belki biraz klasik ve belki de muhafazakâr kalanlar saf insan olarak gösterilebilir.

Bundan sonraki açıklamalarımızda yeni insan (sözüm ona) ve saf insan kelimelerini kullanalım.

Benim bakış açımda öncelikle “modern” değil, “üstün” insan tanımı öne çıkar. Çünkü evrimsel düzende insanın son halini aldığı bu biyolojik ve fizyolojik form eğer Yaratan’ın verdiği ruh ile takviye edilmese idi (yani sadece benliği-nefsi ile kalsa idi) anlamın ve üstün irade gösteriminin üstesinden gelemezdi. Dolayısıyla Batı kültürünün çağdaş insanı, eğer bazı köklü sorunların üstesinden gelmek değil, onları daha da karmaşık hale getiriyorsa (sorunu büyük ölçüde bildiği halde yanlış yapmaktan kendini alıkoyamıyorsa), o halde burada aramamız gereken bir nokta olmalıdır. Demek ki insanlık Batı’nın tanımıyla “modern” ve “yeni” terimleri yerine, “üstünlüğü” esas alsa işin içinde daha büyük bir “sorumluluk” duygusu, yani “muttaki” tavrı olacaktır. Bu da saflığını muhafaza eden insandır.

Batı Gözüyle Yeni İnsanın Yaşam Şekli

Eğer insanlık bu tempoda ve sorumsuz şekliyle yürürse (buna ilerleme denmektedir) 2050’lerden itibaren yaşam şeklinin şimdikinden bir hayli farklı bir hal alacağı aşikârdır. Bunun gerekçelerine ait bazı belirtileri şöyle sıralayabiliriz:

  • Ekolojik konular üzerinde politik etkinin devam etmesi,
  • Küreselleşmenin kapsamını genişletmesi,
  • Sosyo-ekonomik yapının farklılaşmaya başlamış olması,
  • Ekonomik büyümeye gitmenin, üretimi ve tüketimi artırmanın tek çözüm olarak görülmesi,
  • Ekolojideki değişime bağlı coğrafi yerleşmenin yeniden gözden geçirileceğinin öngörülmesi (en azından kıyı şeridindekiler için),
  • Sanal ve yapay dünyaya ilginin artması,
  • Devletler sisteminin tartışılmaya başlanması,
  • Mega kentlerin planlanması ve kent devletleri fikrinin tekrar tartışılmaya başlanması,
  • Giderek sayıları artan mega kentlerin dünya ekonomisi içindeki paylarının artmasıdır.

Çok değil bir iki nesil sonra yani torunlarımızdan itibaren bir kısım insan mega kentlerde izole bir şekilde yaşarken, diğerleri kent eteklerinde ve kırsalda yaşam imkanı bulabilecek. Eğer belirtilen tanımlamaları bu anlayışa ilave edersek yeni insanın yaşayacağı yerin tarifi de ortaya çıkmış olacaktır. Geriye ne kalıyor?

Yeni insan dışındakilerin bir tasnifini yapalım mı? Tam karşılığına saf insan demiştim. Ancak kent eteklerinde ve kırsalda yaşayan daha zor şartlarda yaşam imkânı bulan büyük çoğunluk ki bunlar sürekli kendi aralarında ve izole yaşayanlarla sürekli bir çatışma içinde kalacaklardır, saf olmaktan uzak, sefil bir halde olacaklardır. Yani bunlara sefil insan mı demeliyiz? İşte benim bu noktadaki itirazımı yenilemem gerekiyor: İnsanlığın tümü için yarayışlı olmayan açıklamalar neyi çözer?

Saf İnsanın Sorumluluğu: Muttakilik

Dolayısıyla saf insanın idealindeki yaşam tarzında birlik vardır. Ayrışma yoktur. Küçük-büyük, zenci-beyaz yoktur… İdealdeki yaşamda insan bir bütün olarak muttaki olmalıdır. Bunun anlamı tam bir sorumluluk duymaktır.

Sorumlu insan bundan önceki her yanlışın farkındadır. Sorumlu insan yeni yanlışların oluşmasına imkân vermemeye gayret eder. Sorumlu insan dünyayı bir yarış havasında çıkarır. Sakin ve sabır diler. Sorumlu insan Anthropocene Dönemin aktörlerini ve hassasiyetlerini bilir. İşin oldubittiye getirilmesine karşıdır. Ama savaş yapmaz; mücadelesini “saf olmaya davet” şeklinde yürütür.

Sorumlu olan belki de yeni dünya yaşamının ve yeni insanın gelişmesine engel olamayacaktır. Ancak aralarında safların çoğalmasını sağlayabilecektir. Dolayısıyla bu iş tam olarak gönüllerde, ruhta olan bir işlevdir. Örgütsel değildir bireyseldir. Önemli olan da budur! İnsan “kendisi” olarak hesap verecektir.

Bir de benim “merkezcilik” dediğim husus var. Yeni, eski demeyen, bildiği doğrudan sapmayan, kalbinin sesini dinleyen, sesi yükselmeyen, kendini sürüklenmelerden koruyabilen, insanlık ve doğa için merkezde dimdik duranlar var. İşte onlardır saf kalmayı başaranlar ve başaracak olanlar.

Sonuç

Madem Birleşmiş Milletler kötüye gidişte %100 insan faktörünün olduğunu ilan etti, bir çözüm varsa o da insanın elinde o halde; dünya saf kalmayı becerebilen, sağa sola savrulmayan, merkezde durabilen, yenisine de eskisine de tüm insanlığa sahip çıkan, işler kötüye gitmesin diye sakince olması gerekeni seslendiren, karnı tok, sırtı pek sorumluluk sahibi muttakilere ihtiyaç duyuyor. Her şeyi refah, zenginlik, haz, mutluluk, özgürlük gibi takdim edip kendi çizgileri içinde ilerleme (!) yolunu seçenlere karşı olabildiğince üstün insana yakışır tavrı örnekleyenlere ihtiyaç var.

Özel olarak şu soru aklıma geliyor: Kendi kültürümüzden bilim adamlarının dünyada olup biten bütün bu çalkantılardaki yeri acaba neresidir?

Kültür 'ın son yazıları

370 views

Eleştiriler

Sizlere günümüzün iyi algılanması gerektiği bağlamında, özellikle bizi ilgilendiren yönleriyle, sosyal bilimler ve dış politikaya dair bazı eleştirilerimi aktaracağım. Dünya hızla değişiyor, güç dengeleri bildiğimiz biçimden oldukça farklılaştı, eğer bunlara ait kavramlara ve anlayışlara vakıf olamıyorsak, konuşuruz ama aslında başka bir şey anlatırız.
367 views

Devrim

Bize devrimin ne tarafı kaldı? Diyeceksiniz ki hangi devrimin? Açıklayacağım. En başta şöyle sloganik işaret edeyim: Devrimden değil, sapkınlardan ve geç kalmışlıktan kork!
562 views

Generalist

Ülkeler ve dünyamız için iyi bilinmesi gereken bir konuyu işleyeceğim, generalist olmak. Buna karşılık gelen bir sözcük aradım bulamadım, yine de ben genele yetkin diyeceğim. Genele yetkin kimseler kimler, örnekleri neler? Uluslararası İlişkiler, Ekonomi ve Askerlik sahalarında örnekler vereceğim, neden gerekli, bunu açıklayacağım.
513 views

ENTELEKTÜEL SORUNSALI

Temelde insanın doğası, zamanın getirdikleri ve sürekli gelişen küresel zorluklar var. Bunun üzerine her alanda tereddüt uyandıran değişik adımlar ve gerçek bir hedef. Sözü edilen şu, kalkınmak! Eğer artık kalkınmışlar sınıfında olmak istiyorsanız!.. Gerçekten istiyor musunuz? İşe bu emelin ne denli büyük bir mücadeleyi gerektirdiğinin farkında olmakla başlanmalı. İşte tam da bu noktada, düşünsel içerikli bir açıklamam olacak. 
2.1K views

Sıradan ve Mükemmel

Bu makalede sizlere insan zihni içerisindeki tarif veya algı ile gerçeğe ilişkin olanın farkını açıklayacağım. Ele alacağım temalar sıradancılık, mükemmelcilik ve gerçeklik ötesi hakkındadır. Başta soralım, karşılaştığınız şey gerçek mi, yoksa gerçek ötesi mi?
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme