İklim Değişikliği ve Jeopolitik Dengeler

17 Aralık 2023
Okuyucu

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP28) sonrasında bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. İklim Değişikliği elbette bir çevre konusudur. Ancak görebildiğim kadarıyla, bu konu teknolojik, ekonomik, sosyal ve politik yönleri olan büyük bir dönüşümün zorunlu kılınmasıyla alakalıdır. Aynı zamanda jeopolitik dengelerde değişiklikler olacak, ağırlık merkezlerinde değişiklikler görülecektir. Bunların sinyallerini almaya başladık bile. Dönüşüm adeta bir küresel devrimin takvimine göre belirlenen bir büyük dönemi göstermektedir. Yani bu, Dördüncü Sanayi Devrimi’nin gereği küresel dönüşüm projelerinin tümünün eşgüdümle hızlandırılmasına ve sonuçlandırılmasına dönük çok önemli ve kapsayıcı bir konudur.

İklim Değişikliği’ni, Paris Anlaşması’nı, COP28’i uzun uzadıya açıklamayacağım, bunu çeşitli kaynaklardan bulabilirsiniz. Sadece şu kadarını söylemeliyim, COP28’de alınan kararla, “fosil yakıt çağının sonunun başlangıcındayız!” Bunu BM İklim Değişikliği İcra Sekreteri Simon Stiell Dubai’de kapanış konuşmasında ifade etti. Başka deyişle bu dönüşüm ile fosil enerji yerine artık temiz enerji kullanılacak. Belli bir dönem sonra sıfır emisyondan bahsedeceğiz. Peki bunun anlamı nedir? Fosil yakıt üreten, fosil yakıtla çalışan her ne var ise hepsi dönüşecek ve yeni enerji santralleri ile bununla ilgili her şey yeni baştan tasarlanacak, sistemleştirilecek, kullanılacak…

İNCELENECEK ÜÇ KONU

Birinci konu: Sanayi Devrimleri ile İklim Değişikliği konusunun arasındaki bağ. 

Bunun içindekiler, Birinci Sanayi Devrimi’nden (1784) itibaren artan oranda gelişen sanayileşme ve çevredeki bozulma, Dördüncü Sanayi Devrimi (yaklaşık bu tarih: 2017), buna çok yakın tarihte yapılan Paris Anlaşması (2015), COP28 (2013) ve burada belirlenen 2050 hedefi (fosil yakıttan kurtulmak). Eğer bu dönemde fosil yakıttan kurtulmak gerektiği belirlenmeseydi gelecekte kontrolsüz bir şekilde çevre felaketlerinin artacağı bilimsel açıklamalarının kabulü olacaktı. Bu her şeyden daha önemli bir risk faktörü olmaktadır. Paris Anlaşması hedeflerine ulaşmak için, son fırsat ve aynı zamanda çevre kirliliğine asıl sebep olan fosil yakıtlardan tedricen kurtulma planı sayesinde kabul edilebilir bir risk sınırına gelmek söz konusudur. 

İkinci konu: Küresel ekonomik büyüme, sermaye hareketlerinin eğilimi ve yatırımcının aldığı risk. 

Küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH veya GDP) toplamlarına bakalım. 1986’da toplam GDP 41,6 trilyon ABD dolarıdır. Bu mertebelere katlanarak gelmiştir. Örneğin Soğuk Savaş başladığında (1947) toplam GDP 9 trilyon dolardır. Aynı şekilde ekonomik büyüklüğün Küresel Ekonomik Kriz olarak işaret ettiğimiz 2008’de toplam GDP’nin 87 trilyon dolara erişmesi şaşırtıcı değildir. Çünkü Üçüncü Sanayi Devrimi (1969-2017) tamamlanmış ve Dördüncü Sanayi Devrimi şartlarına erişilmiştir. Dördüncü Sanayi Devrimi başlamadan önce, 2015’te toplam küresel GDP’nin 100 trilyon doları geçmesi ve bu ivmenin bu hızla seyretmesi bize şu soruları sorduruyor: Örneğin 2050’lerde toplam GDP 200 trilyon doları geçecek mi? Bu daha büyük bir çevre kirliliği demek mi? Bu finansal risk ile davranış gösterenlerin İklim Değişikliği riskiyle mukayese yapmasına sebep olacak bir durumu işaret etmektedir.

Üçüncü konu: Jeopolitik ve Uzay-politik. 

Bu makalenin asıl incelediği jeopolitik değişimle ilgilidir. Bundan böyle şöyle bir çizgi çizebilir miyiz? COP28 dönemine kadar üzerinde durduğumuz “jeopolitik” konular, bundan böyle göreceğimiz gelişmelere paralel yeni anlayışları önümüze koyacaktır. Aynı şekilde bakalım, 2050 hedefine kadarki dönemde, jeopolitikteki yeniliklere paralel olarak sözünü etmemiz gereken yeni bir kavram daha olacaktır, bunun adı “uzay-politik” (spacepolitic) olacaktır. Bu yeni kavramı az da olsa tartışmaya açacağım. Çünkü bu yeni kavram, jeopolitiğin değişen yüzüyle ekonomide büyümenin geliştirdiklerini anlamamıza yardımcı olurken, paralel biçimde, uzayın getirisiyle ekonomik büyümenin nasıl gerçekleşebileceğine dair bakış açılarımızı da geliştirebileceğiz.

Bu makalede 2023 ila 2050 arasındaki gelişmeler “dönüşüm” dönemi olarak isimlendirilmektedir.

SERMAYENİN RİSK HAREKETLERİNİ ANLAMAK

Bu dönüşüm küresel bir sermaye hareketi yaratacak mı ve ekonomik büyümeye etkisi olacak mı? Son çeyrek asırda başta ABD, Çin, Güney Kore, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa, gibi bilinen ülkeler ve küresel potansiyeli geliştiren bazı şirketler, temiz enerjiyi üretim ve depolama sistemlerini, çeşitli araç ve gereçlerini, teknolojik tüketim mallarını geliştirme sürecinde oldular ve şimdiki dönemde bunların piyasalarda, konvansiyonel olanlarının yanında alternatif halinde, bulunmasını temin ettiler. Singapur, Tayvan, Vietnam gibi ülkelerde bu sürecin tamamlayıcısı hayati ara mal üretimleri gerçekleştirildi. Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi petro-devletler dönüşümü öngörerek planlı davrandı ve ülkelerinin birer finans hareketi üssü haline gelmelerini sağladı. Bu hazırlıklar ve geçiş dönemi, bütünüyle sermayenin pozisyon almasına, yeni Ar-Ge’nin finansmanına ve gerekli yatırımların hızlandırılmasına sahne oldu. Bu potansiyelin meyveleri tam alındığında, hedeflere tam ulaşıldığında ve dönüşüm tam olarak gerçekleştiğinde yatırım yapanların elde edecekleri gelirler de karşılığını bulacaktır.

Hayat ucuzlar mı? Hani şöyle düşünenler olabilir, rüzgâr, güneş, su bedava, enerjiye neden bu kadar para ödeniyor. Cevap basit, her dönemin kolaylıkları için aslında bizler sermayenin faizini ve teknolojinin bedelini veriyoruz. 

Örnek:

Bir rüzgâr türbini yaklaşık 3 milyon avro. Herhangi bir ülkedeki (yerel) girişimci proje yapıyor, yer tahsisi istiyor ve alıyor diyelim. Türbini de (örneğin) Alman Siemens’ten tedarik etsin. Almanya kendi ürettiği teknolojisi ve verimi yüksek türbinleri, satma kanalını açık ve işler tutan hazırlıkları yapıyor. Böylesi uluslararası konulara elbette ülkelerin ikili veya çoklu ticaret anlaşmaları çerçevesinde bakılmalıdır. Bunun için Almanya’nın çalıştığı yatırım bankası ana kredi üssü oluyor. Yereldeki proje sahibine deniyor ki, parayı kendi ülkendeki şu bankadan alacaksın, türbinler şu zamanda teslim edilecek, geri ödemeler şu zamanda başlayacak, taksitleri şu kadar olacak ve ödeme takvimi şöyle… Bu maliyeti kim karşılıyor? Yerelde elektrik rüzgârdan üretiliyor, devlete satılıyor, devlet son tüketiciye elektriği arz ediyor, son tüketiciden (halktan) bedeli fatura ediyor, devlet topladığı paradan elektrik üreten firmaya ödeme yapıyor, bu firma da türbinlerin kredilerini ödüyor. Bütün bu çevrimin hesabı neye göre yapılıyor? Türbine biçilen fiyata göre. Şimdi bu noktada iki sermaye hareketi var, onları görelim. Birincisi: Türbinlerin bir piyasası var ve ilk ona bakalım. Alman Siemens gibi üreticilerin değişik ülkelerdeki ve küresel şirketlerdeki türbin piyasasında bir rekabetin doğması muhakkak. Bu piyasada rekabet etmek isteyen üreticiler kendi ürünlerinin optimizasyonunu sağlamalılar, aralarında daha verimli, kolaylık sunan ve fiyatı uygun olan gibi çeşitli tedbirleri almalılar. Peki Siemens gibi küresel rekabette teknolojik ürün geliştiren ve satan firmaların sermayedarları sürekli kazançlarını katlamak isterler mi? Aksi düşünülemez. Bu sermayedarların her biri başka ülkeden, başka isimler olabilir. Sermaye sürekli hareket halindedir ve bu bir risk yönetimi konusu olarak takdim edilir. Sermayenin büyümek için kendi içinde bir rekabeti söz konusudur ve bunun doğal durumunun iyi anlaşılması gerekir. Böylelikle sizler yerelde rüzgârın bedava olmadığıyla yüzleşebilirsiniz. İkinci sermaye konusunu açıklamak daha basittir. Hani yatırım bankasından söz etmiştik ya, işte sermayenin toplandığı bu tip ana noktalardan baktığınızda, yine büyük sermaye gruplarının kendi içinde bir kazanma rekabeti döner, bunu da doğallığı içinde anlamalısınız. Belki sizler şimdi, ne oldu bizim kendi ülkemizdeki faiz oranları tartışması diye bakabilirsiniz, bu tür konuları sizler başka şekillerde tartışabilirsiniz. Benim burada vurgulama istediğim açık, rüzgârı bedava alamazsınız ve dünyadaki sistem döngüsü bu tür işlerin başındaki sermaye sahiplerinin güçlerini riske etme veya etmeme kararlarıyla ilgilidir. Demek oluyor ki küresel enerji dönüşümünün asıl karar vericileri de sermaye sahipleridir. Bu büyük kararların politikalara yansımaları hükümetler ve politik liderler aracılığıyla gerçekleştirilir. Sizler yerelde oy verirken neye verdiğinizi tam seçemeseniz de sonuçta yansıması bu şekildedir, bunu bilmenizde yarar vardır.

Dördüncü Sanayi Devrimi (ortak görüşe göre) 2017’de başladı. Aralık 2023’te Dubai’de yapılan COP28 ile devrimsel bir karar alındı. Bu gerekliydi. Zira hükümetler ve sermaye sahipleri şunu düşünmeliydiler: Birincisi, eğer bu kararı almaz isek başka kararları alabileceğimiz bir dünya olmayacak, dolayısıyla bu bir risk hesabıdır. İkinci husus, eğer bugüne kadar yapılan dönüşüme ilişkin yatırımlar (alınan riskler) tamamen kazanca dönüştürülecek ise artık zamanıdır. 

Bu iki ana risk hesabı küresel karar alırken bir takvim yapmayı sağlamak için yeterlidir. İşte bu dönüşüm jeopolitik ağırlıklara etki edecek niteliktedir. Çünkü enerji, üretim, tüketim ve lojistik ve hepsine ilişkin kademeli sermaye hareketleri kendi jeopolitik rotalarını belirleyecektir. 

TEKNOLOJİK GELİŞMELERİ ANLAMAK

Burada sermaye kendini bir yere sabitleyip durmayacaktır. Bu nokta üzerinde de durmam gerekiyor. COP28 birkaç noktada boşluk olduğunu gösteriyor. Elektrikle çalışan makine ve araçların yatırımları yapıldı veya en azından bunlarla ilgili köşe taşları tutuldu. Peki bu tatmin edici mi? Buraya kadar olanlar gerekli potansiyelin olduğunu gösterdi ve dönüşüm hakkında risk alıcılara tatmin edici bir sinyal verdi. Ama bahsettiğim bu değil. Ar-Ge’ye yatırım durmayacak ve bunun yarattığı alanda küresel baskı yaratma stratejisi sürecek. 

Bu sayede yeni riskler alınmalıdır. Bunlar neler olabilir? Bazılarının vizyonu hazır ve adı konmuş projeler halinde olduğu ve üzerinde çalışıldığı söylenebilir, her ne kadar kamuoylarına paylaşılmasalar da. Dördüncü Sanayi Devrimi’nin açtığı kulvardaki ilerlemelere bakılırsa, Yapay Zekâ, Kuantum Bilgisayar, Bulut Teknolojileri gibi alanlarda devrimsel çalışmalar sürüyor. Bunlar diğer bütün çalışmalara da taban oluşturacak gelişmelerdir. Bunların risk hesapları rotasında ilerlemektedir. Başka neler söylenebilir? Füzyon, nükleer ve hidrojen yöntemleriyle enerji üretiminde yenilikler ve verimlilik üzerine çalışmalar söz konusudur. Bunlara ilişkin riskler de alınmaktadır. 

Bu arada nükleer santralde yeni teknolojiye sahip atık maddesi olmayacak şekilde çalışan proje politik nedenlerle henüz hayata geçirilmediyse de Bill Gates’in bu imkanı elinde tuttuğunu hatırlayalım.

Bütün bunların İklim Değişikliği ile ilgisi şudur, bir motivasyonun ve kararlılığın olduğu anlaşılmaktadır. Risk alıcılar bunlara eğilecek adımı atmakta tereddüt etmeyecekleri bir eşiği geçmişlerdir. Bu yeni risk alanları jeopolitik dengelere nasıl etki edecek diye düşünürseniz, işte sermayenin Dördüncü Sanayi Devrimi’ne kadarki küresel aktivasyonuyla başlayan, Aralık 2023’ten itibaren 2050 yılına kadar belirlenen takvime karşılık gelen dönemdeki sermaye hareketlerinin yerleşeceği yeni noktalar arasındaki ağlar (network) bize yeni bir küresel tabloyu göstermektedir.

JEOPOLİTİK YENİLİKLERİ ANLAMAK

Her şeyi zorlayan veya zora sokan konu ne? Dünya bütün Ar-Ge kapasitesini mevcut elementlerin üzerine geliştiriyor. Peki daha yeni elementler olacak mı? Bazılarımız şundan habersiz olabilir, mevcut ileri-teknolojide kapasite artırımına ulaşabilmemiz nadir toprak elementleri (rare earth elements, REEs), kritik mineraller (critical minerals, CMs) veya kritik hammaddeler (critical raw materials, CRMs) dediğimiz yeni imkanlarla gerçekleştirilebildi. Dördüncü Sanayi Devrimi içinde nadir toprak elementlerinin (kritik minerallerin/hammaddelerin) payı büyüktür. Bu cepheden bakılırsa bazı ülkeler zaten jeopolitik avantajlar elde ettiler. 

Nadir toprak elementler yönüyle öne çıkan ülkeleri sıralayalım (dünya rezervindeki pay olarak): Çin (%37.9), Vietnam (%18.9), Brezilya (%18.1), Rusya (%10.3), Hindistan (%5.9), Avustralya (%3.5), ABD (%1.3), Grönland (%1.3), Kanada (%0.7), Tanzanya (%0.7), Güney Afrika (%0.6), diğer ülkeler (%0.7).

Bu avantajlı ülkelerin başında Çin gelmektedir. Çin hem elementler hem de bunlarla üretilen yeni ürünler (en azından yarı iletkenleri burada hatırlatmam gerekmektedir) sayesinde kendine büyük fırsatlar yaratabildi. Çin’in teknolojisi, kapasitesi, Hint-Pasifik ve Arktik bölgeden başlayarak küresel her alana yayılması, jeopolitik dengeler açısından üzerinde durulması gereken değişiklikleri tetikledi.

Yeni teknolojilerin üretildiği, bir kıyıda, Çin (Hong Kong’u bunun içinde ifade etmekteyim), Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur, Vietnam, Avustralya ve diğer kıyıda, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada gibi Pasifik ve Hint-Pasifik ülkeleri yeni jeopolitiğin cephesini oluşturdular. Buraya ulaşmak için hem kendi hem de ortaklarının gücünü kullanmak isteyen Avrupa ülkeleri, İngiltere, Almanya, Fransa, başta olmak üzere ülkelerin her bir fırsatı kullanmak istedikleri gerçeği ortaya çıktı. Bu bakımdan Kuzey Avrupa ekseni ticaret yolu bakımından Avrupa’nın kullanabileceği bir imkân olarak gelişti.

Atlantik’te güneyden kuzeye ve sonra doğuya doğru (Gulfstream’i izler gibi), Brezilya, ABD, Kanada, Grönland ve İngiltere ekseni Arktik bölge bağlantısıyla, İskandinav hattını geçerek Rusya ve Çin’e doğru ilerleyip Pasifik’e ulaşan şekilde bu hat önemini geliştirecektir.

Hint-Pasifik hattı da bir o kadar öne çıkmaktadır. Çin’den başlayarak, Vietnam ve Avustralya’yı arasına alan Güney Çin Denizi’nden Hindistan’a ulaşan hat fazlasıyla kritiktir. Hint yarımadasından ikiye ayrılan hatla Orta Doğu ve Afrika üzerinden bir başka ulaşım yolu vardır. Bunlar klasik dönemden itibaren geçerli olan ulaşım şebekeleridir, gelişmelere paralel ölçüde önemi artmış haldedir. Bütünüyle bu hattı Doğu Hint Şirketi’nin (East Indian Company) kullandığı klasik yol olarak görebiliriz.

Jeopolitik açıdan, özellikle Covid-19 döneminde de görüldü, lojistik hatlar ve kesişim noktalarındaki akışkanlık önemlidir. Bu bakımdan deniz trafiğinin yolları, kanalları, limanları gibi kolaylıklar ve bunların güvenliği hususu halen bilinen çerçeve içindedir. Yeni olarak Arktik bölgedeki su yolunun önemi üzerinde en fazla durulması gereken konudur. 

UZAY-POLİTİK KONUSUNU ANLAMAK

Diğer konu uzaydaki faaliyetlerdir. Bununla ilgili üç noktayı işaret edebiliri: Birincisi, internet şebekesi. İkincisi, siber-uzaydaki hareketler ve tehditler. Üçüncüsü, bütün bunları yerdeki işletim ve kontrol merkezleri. 

Uzaydan internet altyapısı üzerine en fazla ABD ve Çin çaba sarf etmektedir. Bu arada küresel çapta en fazla kendini gösteren küresel şirket SpaceX olmaktadır.

Kendilerine Uzay ve Siber Komutanlıklar kuran ülkeler var. Bunlardan en fazla sözü edilenler ABD ve İngiltere’dir. Bunun yanında bu isimleri tam olarak kullanmasalar da fonksiyon olarak Çin ve Rusya’nın da bu amaçla çalışan organları bulunmaktadır.

O halde, halen uzay trafiğini artıracak mahiyetteki çalışmaların boşuna olmadığı açıkça görülmektedir. Bazı küresel şirketler ön alarak uzay ve yer istasyonlarında yeni bir kapasite yarattılar ve bunların bugüne kadar sermaye yönüyle desteklenmesi eksiksiz sağlandı. Şimdi ne değişebilir? Bir kere enerjide dönüşüm olduğu ve yeni Ar-Ge kapasite artırımına gidildiği takdirde düşünmemiz gerekiyor, hızla gelişecek yenilikleri görebileceğiz. Bugüne kadar bu alanlara yatırım yapan noktalardaki avantajlar göz ardı edilemez kazanç kaynağıdır, bunun üzerine ilerleme imkanları olacaktır.

Savunma konusunda da dengeler yeniliklere kaydı. Uçaklar daha yükseğe çıkmaya ve ağ sistemli işletim sistemlerine doğru gelişti. Ağa bağlı gemiler kriz bölgelerine daha hızlı ve etkili olacak şekilde intikal ettiriliyor. Uydular şebeke halinde çalışıyor. Yere olan görüşte detay arttı. Uydu-savar sistemleri gelişti. Gemilerin, uçakların ve roketlerin motorlarının enerji dönüşümlerinde hız, irtifa, uzun süreli kullanım, düşük maliyet, şebeke halinde operasyon kabiliyetleri öne çıktı.

Uzaydan dünyaya ne getirilebilir? Bazı ülkeler ve küresel şirketler bu yönde önemli sermayeyi ayırmaya yöneldi. Halen somut bir bilgi kamuoyuna açıklanmasa da bu girilen kritik riskin bir beklentisinin olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Robotik sistemler, roketler, enerji dönüşümleri bir bütün halinde Ay’da veya bir asteroit üstünde istasyon açmaya elverişli hale geldi. Bunun maddi dönüşünün ise bilinen bütün hesaplamaları yeniden yapmaya elverişli bir beklentiyi ortaya çıkarabileceğini, aklımızın köşesinde tutmamıza yeterlidir.

Uzay-politik alanda hangi ülkeler var? ABD, Avrupa Uzay Ajansı, Rusya, Çin, Fransa, Hindistan, Japonya. Bunun yanında bazı ülkeler bu konuda çalışmalarını başlattılar. Ancak bu alanda küreselleşme ve Dördüncü Sanayi Devrimi ile belirginleşen küresel şirketler de ön almaktadır. Birkaçını hatırlayalım: SpaceX, Virgin, Blue Origin.

SONUÇ

İklim Değişikliği, Küresel Isınma veya Çevre Felaketi, adına ne dersek diyelim, sonuçta insanlık olarak gezegenimizle ilgili bir kararın ve alınan karara uygun hareket etme zorunluluğunun olduğu eşikteyiz. Belki geç bile kaldık! Benim görüşüm şöyle: Küresel ekonomik kondisyon ve Dördüncü Sanayi Devrimi birlikte bazı gelişmeleri somutlaştırdı ve bunlarla motivasyon sağlandı, dolayısıyla karar bu şekilde alınabildi. Birinci sonuç olarak bunu ifade edebilirim. Çıkardığım ikinci sonuç ise İklim Değişikliği jeopolitik ve uzay-politik alanlarını karşımıza çıkardı. Ülkeler ve küresel güçler bundan böyle hem her küresel hem de uzayda yeni teknolojilerin kolaylıklarını kullanarak daha da ileri adımlarını atacaklar. Aynı zamanda bu durum ülkelerin ve bazı güçlerin pozisyonlarının ve ağırlıklarının değişmesine neden olacaktır. Küreselleşmenin ve Sanayi Devrimi’nin getirdiklerini yapmakta gecikenler için güç dengelerinde bir geri konum, zamanında yapanlar için ise ileri konum elde etmek söz konusu olacaktır. Aralardan sıyrılmak gibi fırsatçılık peşinde koşan ama bilim ve teknolojiden uzak duran ülke ve güçlerin durumları hakkında kararlar hep başkalarının iradesine tabi olacaktır. Devrimler, dönüşümler ve tarihte görüldüğü gibi dünyadaki kritik zamanlar böylesi büyük sonuçları çıkartır.

Politika 'ın son yazıları

22 views

Amerika’da Gazze Protestoları

Gazze'deki yaşanan zalimce olayların gerçekliği ve Batılı politikacıların ikiyüzlü uygulamaları bugün Amerika'da tartışılıyor ve protesto ediliyor. Yarın bu protestolar Avrupa'da da yaygınlaşabilir. Öyleyse diyebiliriz: Gazze sınırlarını aştı!
34 views

Irak’ta Aydınlık Dönemin Başlangıcı

Türkiye, Bağdat'ta Irak ile tarihi bir süreci başlattı, atılan imzalar var, geliştirilen yeni stratejiyle birlikte yapılacak işler var. Bunlar ekonomiden, kültürden, güvenliğe uzanan işler. En önemlisi, inanmışlık, güven ve umut ışığı!..
45 views

Filistin-İsrail Politikası Hakkında

Ortadoğu'da, ABD'nin "kontrol bende" dediği bir ortamda, İsrail'in şımarıklıkları ve İran'ın anlamsız çabaları sürerken, Filistin konusunda nasıl ilerleme sağlanabilir? Bu dramatik konuyu aktörleri belirterek gözden geçirelim.
47 views

Stratejik Algı Yönetimi

Strateji ile algı yönetimi bahislerini, canlı örnek olduğu nedenle, Ortadoğu, ABD ve İsrail ile açıklayacağım. Buradaki amacım yaşamda ve çıkarları elde etmede dilin ve yaratılan algının kullanılmasının ne kadar etkili olduğunu göstermektir. Evet, temel olarak bu bir iletişim konusu olsa da görüldüğü üzere, ülkelerin mücadeleleri ve savaşların nedeni dahi olabilmektedir.
79 views

Yapay ve Doğal

Size analitik bir yöntemle, halen Ortadoğu'daki onca yapaylığa ve yürütülen negatif amaçlı algıya rağmen, Türkiye'nin ne denli doğallık içinde ve istikrar amaçlı politika yürüttüğünü açıklayacağım. ABD ve Rusya gibi büyük güçlerin yanısıra, bölgede İran ve İsrail arasında yaşananları kavramsal boyutta irdeleyeceğim. Analizin her bir basamağında belirginleşen kuralları açıklayacağım.
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme