Dugin’in Propagandası

4 Aralık 2023
Okuyucu

Bu makalede hiç politik açıklamalar olmamalı, felsefi açılardan tartışmalıydık. Burada politikaya yer verilmesi benim tercihim sebebiyle olmayacak, bunu Dugin istediğinden ele alacağız. Çünkü Dugin, en azından bugünlerde görebildiğim kadarıyla, Rusya’nın felsefeyle karıştırılmış siyasi hedeflerine küresel çapta taraftar bulmaya gayret eden bir isim. Belki Putin’e ve diğer Kremlin’deki isimlere de kaynaklık ediyordur, ama bu inandırıcı ve güven verici olmaktan uzak bir çaba. Nasıl mı?

Amerika’nın Eleştirisi

Amerika, On Dokuzuncu Yüzyıl ile birlikte özellikle İkinci İnovasyon Dalgası’ndan başlayarak bugün Beşincisi İnovasyon Dalgası’nı kat etmek üzere olduğumuz bütün dönemlerde, en fazla kullanılan araç-gereci yaratan bir ülkedir. Şu an kullandığımız elektrik, otomobil, uçak, telefon, bilgisayar, yazılımlar, hemen hepsini onlar icat ettiler. Halen dünyanın yüzde 60’ına yakın iş alemindekiler, elindeki paranın değerini belirlerken doların hesabını yapıyorlar. 

Özele gelirsem, “keşke böyle köleci bir topluluk olmasaydı” diyerek başlarım sözlerime. Belki Rusya kendini toparladığından bu yana yeniden bir meydan okuma sürecini bulmaya çalışıyordur, buna kendini hazır hissediyordur. İşte bunun için de “beni ilgilendirmez” diyemiyorum, çünkü Rusya Türkiye’nin komşusu. Kimse egemenliğimize kastetmesin. En azından şunu söyleyebiliyorum, ta ki dünya savaşı veya nükleer savaş gibi bir belaya sebep olmadıkları sürece kim ne yaparsa yapsın! 

Ruslara bakalım, SSCB zamanında uzayda, nükleer silahlarda ve bazı endüstrilerde Amerikalılarla yarışabiliyorlardı. Bugün, onlarla boy ölçüşebilecek seviyeye gelebilmeyi istiyorlar ve bu nedenle başka ülkeleri ve halkları da kendi saflarında görmek için çeşitli yollara başvuruyorlar. Örneğin Çin’in ve Hindistan’ın büyümesini dahi kendilerine bir fırsat penceresi olarak düşünüyorlar. Bunlar Dugin’in ifadelerinde olduğundan değiniyorum. Peki, Çinliler veya Hintliler tamı tamına Ruslar gibi mi düşünüyorlar? 

Amerika, Rusya veya bir başka ülke, sonuçta şahsen hiçbirinin, ama en çok Amerika’nın bugünkü politikalarını onaylamıyorum. Neden mi? Çok çıkarcı, acımasız, sorumsuz… Ama Amerikalı haliyle bir Rus’tan veya bir Çinli’den oldukça başka karakterde. Dünya böyle bir yer… Örneğin Amerika bu mevcut seviyelere gelene kadar içinde olduğu bütün süreçlerde bilerek, hesaplayarak adımlar attı. Hep olaylara, “buradan benim çıkarım ne olacak” diye baktı. Başlangıcından itibaren, Britanya İmparatorluğu’ndan tutunuz büyük oranda Avrupa kültürünün bir senteziydi. Sonrasında kendi gayretini gösterdi, onaylasak da onaylamasak da. Amerika bu seviyede ise kendi potansiyeliyle, kapasitesiyle, usulleriyle ve politikasıyla başarılı oldu. Amerika özellikli İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir başat güç konumunda ve her türlü dünya meselesinde söz sahibidir. 

Bu “söz sahibi olma” konusu pek çok ülkeyi, farklı tarihi süreçleri yaşayan ve karaktere sahip kimseyi, rahatsız ediyordur. Haksız değiller. Başat güçler ilelebet tahtında mı oturmalılar? Hayır. Elbette ki onları da bir şeyler sebep olup zayıflatacak ve yıkacaktır. Zamanın icapları, başka rakipler, kendi hataları, vs. Benim de bu konularda çeşitli fikirlerim var, yazıp çiziyorum. Ama ben bu yazıda bunları tartışmayı hedeflemedim. Bunları Dugin’i anlatacağımdan dolayı ifade etmek zorunda kalıyorum. Eğer Dugin bu akılla devam ederse, ancak Amerika’nın ekmeğine yağ sürmüş olur, çünkü açıklamaları çok zayıf temellere dayanıyor.

Yeri geldikçe Amerika’ya yine değineceğim.

Genel Konular

Alexander Dugin’in doğrudan Batı liberalizmini karşısına alarak yaptığı açıklamalar var. Dugin’in en başından beri, Rusya ve Avrasya eksenli bir düşünce sistemini geçerli kılabilecek şekilde çeşitli savları karşılaştırarak açıklamalarda bulunduğunu ve bu yönde geliştirdiği çözümlemesini ileri sürerek, bunun en azından Avrasya’dakiler veya Batı karşıtlığını savunanlar tarafından kabul edilmesini beklemektedir. Dugin en sonunda Çok Kutuplu Dünya fikrini savunuyor ve bununla Batı dünyasının temel ilerlemesinin karşısında kendine felsefi bir alan yaratmak istiyor. Uluslararası İlişkiler’de tek ve çok kutupluluk konularını tartışmak başkadır, Dugin’in sözünü ettiği Avrasyacılık fikrinin geçerli olması başkadır. Dugin küresel bakışla çeşitli bölgelerin özgün haldeki ideolojik ve medeniyet tariflerini yapıyor ve çok kutupluluğu buna göre sistemleştirmek istiyor. 

Evvela şunları görmemiz gerekmektedir: Batı medeniyeti ile ilgili konuları öyle istediğiniz yerden cımbızlayarak almakla ve bunun üzerine çeşitli argümanlar geliştirmekle pek sağlıklı bir analiz yapmış olamazsınız. Sovyet sistemi yarış halindeyken Batı’dan, Batı sistemi Sovyetler Birliği’nden bilgi çaldı. Bugün bile Amerika ortaklıklarla elde edemediyse, istediği bazı özel bilgileri müttefiklerinden çalabiliyor, bu istihbarat servisleri marifetiyle oluyor. Bunun örnekleri var. Son örnek Almanya’dır. Demek ki medeniyet inşasında, isteyerek kabul ettiklerinizin, kopyaladıklarınızın, ortaklıklar ile geliştirdiklerinizin yanında çalınanlar da olabiliyor ve bu dünyada sadece kendinize ait olduğunu iddia edebileceğiniz az şey var. Bunu Dugin konu ettiği için söylüyorum, insanlar dinleri de birbirinden aldıkları konularla geliştirmedi mi? Marksizm’in Batı medeniyetinde (Britanya’da) geliştiğini en çok bilenlerden birisi Dugin’dir. Yanında veya karşıt biçimde Marksizm’in üzerine Leninizm’i, Stalinizm’i veya Troçkizm’i açıklarken, başta Dugin olmak üzere alternatif fikir beyan edeceklerin hemen hepsi, çok iyi düşünmek zorundadır. Bir kere, Aydınlanmayı ve Sanayi Devrimi’ni köylü Ruslar başlatmadı. Sonrasında sen gel şu noktalara: 1989’da İki Kutuplu Dünya çöksün, SSCB Soğuk Savaş’ı kaybetsin, 2010’larda Rusya tekrar toparlanırken Rus İmparatorluğu döneminin gücünü kazanmayı arzulasın, Tek Kutuplu Dünya düzeninde meydana gelen pek çok sorunu bahane göstererek, Kant’tan, Hobbes’tan veya diğerlerinden, biraz ondan biraz bundan fikirlerle yola çıkarak, en sonunda Çok Kutuplu Dünya düzenini savunsun!..

İkincisi, Realizmi, İdealizmi, Liberalizmi ve diğerlerini en fazla tartışan ve eleştiren Dugin değil, esasında Batı dünyasıdır. Büyük oranda Dugin oralardan da kopya çekiyor, işine gelen olumsuzlukları kullanarak kendi fikirlerini öne çıkarıyor. Benim şu an tespit edebildiğim, Dugin, Batı dünyasını Batılıların kendisinden çok az malzemeyle eleştiriyor olmasıdır. Sonra, buna eklenen Avrasyacılık fikriyle siyaset yapmaya çaba gösterilmesidir. Başka ifadeyle, benim dikkatimi çeken ve eleştirdiğim husus, onun dolambaçlı bir yolu kullanarak siyaset yapma fikridir. 

Şunu da ifade edeyim, ben Dugin’den daha fazla Avrasyalıyım, ataların Altaylı, Türküm, Türkler Ruslardan büyük medeniyet ve çok sayıda İmparatorluk kurdular, ondan önce konuşacak olan benim! Eğer Dugin’in oluşturmaya çalıştığı “Moskova merkezli bir kutuplaşma ideolojisi” ise bunu ben kabul edemem.

Küreselleşme

Dünya hükümdarlar dönemini çoktan tamamladı. Yirmi Birinci Yüzyıl’da uluslar sistemi içerisinden küreselleşme doğdu ve gelişti. Bugünün güç politikaları küresel değerlerle ölçülür oldu. Esasında bu oldukça karmaşık bir yapıdır. En azından karar verenler açısından ahlak ve adalet gibi kavramların hem icra yönü hem de karşı taraflarca anlaşılması bir karmaşa yaratabilir. Böylesi bir ortamda, ülkenizdeki değerlerin, bu küresel değer karmaşasının üstesinden gelebilecek yetenekte olması beklenir. Daha fazla refah ve güvenlik temin edilmesinde ve hatta dünya boyutunda insanlığa dair değerlerin ilerilere taşınmasında öncülük edebilecek yeni değerlerin oluşması istenir.

Küreselleşme süreçlerini geliştiren demokratik ülkelerde politik sistem içinde Realizm, Liberalizm, Kozmopolitanizm ve Konstrüksiyonizm gibi zihin haritalarına sahip çok fazla yetişmiş uzman yer alır ve kendi aralarında güçlü bir etkileşim içerisindedirler. Her birimizin bildiği ahlakilik ve çıkarlar bağlamındaki uluslararası davranışlardaki bu saydığımız konular, sadece birer zihinsel fonksiyondur. Ancak dünyada politik sahada ilerlemek için gerekli fikirleri üretmek amacıyla, böyle değişik bakış açılarının kullanılması gerekmektedir. Üstelik bunların doğal ortamlarında serpilmeleri tercih edilir.

Küresel Demokrasiler diğerlerine göre daha fazla küresel güç üretirler ve bu alanda ABD halen önde olandır. Örneğin küresel iş insanları kendi faaliyetlerini geliştirmeleri yanı sıra birer güç odağı halindedir. Bunların muhatapları sadece iş insanları değil aynı zamanda hükümetler ve politik liderler olabilmektedir. Küresel iş insanı profilindeki güçlerin belki de politika bağlamındaki ortak özelliği İdealist, Liberalist ve Realist olmalarıdır.

Küresel sistemde yer alan ancak demokratik olmayan bazı ülkeler vardır. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri böyledir. Bu gibi ülkelerde liderlerin vizyonu amaca dönük biçimde işlevseldir. Bu gibi ülkelerin, başka demokrasilerle kurduğu ortaklıklarıyla ve ilişkileriyle gelişen sağlam bağı nedeniyle, değer üretmek ve gereken noktalara değerli idareci atamakta herhangi bir sorunu olmaz. Zira bu gibi ülkeler yüksek gelirle uzman ithal edebilirler. 

Diğer küresel devlet örneği Çin’dir. Çin için geçerli kavramlar; Komünist Parti Sekreterliği, devlet kapitalizmi ve otoriterliktir. Devlet Başkanı, Komünist Parti’nin otoritesiyle planlı kalkınma projelerini tatbik eder ve bu maksatla yaklaşık 1,5 milyarlık nüfusundan sürekli kullanabileceği insan gücünü üretir.

Realizm ve Ahlak

Realizm (Gerçekçilik), ahlakiliği kabul eder, buna karşılık anarşizmi asla kabul etmez. Realistler sağduyuyla ve erdemle hareket etmeyi önerirler. Burada yetişmiş insana ihtiyaç duyulduğunu görmemiz gerekir. Eğer yetişmiş insanlar varsa sağduyu işe yarayacaktır. Aksi halde örnek bir toplumda hemen herkes ve özellikle politikacılar kendilerinin sağduyu sahibi olduğunu düşünürler ve buradan gerçekçi olduklarını da savunurlar. Bu ise bir yanılsamadan öte değildir.

Geçenlerde İsrail’i ziyaret eden ve Cumhurbaşkanı Herzog ile görüşen iş insanı Elon Musk, “Sivilleri öldürmekte ısrar edenleri öldürmekten başka çare yok,” dedi. Bu küresel güç haline gelen bir şirket liderinin realist yaklaşımına örnektir. Musk bir politikacı değildir, ancak sahip olduğu küresel internet altyapısı ve sosyal medya platformu X ile İsrail-Hamas çatışması gibi önemli alanlarda yer alabilmektedir. 

Bu tür örnekler bizlere artık başka türlü düşünmemizi gerekli kılıyor olmalı. Küreselleşmenin bu evresine kadar olan uluslararası ilişkilerdeki ahlakilik hususlarına bakış açımızda, karşımızdaki temel aktörler politika alanındayken, bugün görüldüğü üzere, devlet dışı aktörlerin de politikada karşılığı olan zihin haritası bağlamındaki yaklaşımları önemsenmek zorundadır. O halde küreselleşme geliştikçe, günümüz şartlarında ve gelecekte, daha fazla “değer” üretmeye ihtiyacın olduğu, böylesi bir üretim atmosferinin gerekli şartlarının inşa edilmesinin öne çıktığını söylememiz gerekmektedir.

Liberalizm ve Ahlak

Liberaller, dünyanın ahlaki anlamı olan topluluklara veya devletlere bölündüğünü kabul ediyorlar. Başka ifadeyle, kendileri açısından bazı topluluklar ahlaki değerleri usullerine dahil edebilmiş, bazıları bu açıdan yetersiz ve tartışmalı, gibi düşünün. İşte bu bölünmüşlük içinde liberaller kendi ahlaki değerleriyle kararlar verilmesini savunuyorlar. Öyleyse değerler bütünü açısından ve uluslararası sistemin düzenini sağlamak adına, dünyanın ve değişik ülkelerdeki halkların ahlaki değer içeren kararları veya politikaları, kendilerine, devletlerine, hükümetlerine ve liderlerine terk edilmemesi gerekiyor. Eğer idareyi onlara bırakacak olursanız, böyle bir dünyada, siz isteseniz de istemeseniz de anarşi ortaya çıkar. Sonuçta devletler tarafından, en azından çoğu durumda anlamlı ahlaki seçimler yapabileceği bir çerçeve oluşturulmalıdır. Bunun için, uluslar arasındaki güç dengesi, normlar, uluslararası hukuk ve uluslararası örgütler gibi yeterince temel uygulamalar ve kurumlar oluşturulmalıdır.

Liberalizmin bu uluslararası sisteme, güç dengesi hiyerarşisine, bir tarafın hazırladığı ve dikte ettirdiği normlara dayalı kurulan bakış açısı, “müdahalecilik” olarak nitelendirilmekte ve aynı zamanda adaletle de bağdaştırılamamaktadır. “Bu hangi etkili uluslararası sistem, kimin normları, kimin adaleti?” şeklinde eleştirilere neden olmaktadır.

Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldıran Rusya’nın savaşına dair bakış açılarını irdeleyin. Liberal Demokrat yönetime sahip Amerika, Rusya’yı “işgalci” olarak niteledi. Rusya ise “ABD’nin Ukrayna’ya karışamayacağını ve hatta onları kışkırtıp desteklememesi gerektiğini” savundu. Liberallere göre kabaca durum şöyle: Rusya’nın işgali asla kabul edilemez, ahlaki değil, anarşizm, uluslararası sistemin ve hukukun aleyhinde bir hareket, bu nedenle Kremlin yönetimi insanlığın düşmanıdır. 

Dugin’in Eleştirisi Üzerine

Dugin’in düşünceleri “Geopolitica.ru” sitesinde yayımlanmaktadır. 27 Kasım 2023 tarihinli Realism in International Relations başlıklı bir yazıda karşıma çıkan fikirleri ele alacağım. (Erişim Adresi: https://www.geopolitika.ru/en/article/realism-international-relations?utm_referrer=https%3a%2f%2ft.co%2f)

Dugin’e göre Realistler, insanın doğası gereği kusurlu olduğuna ve temelde düzeltilmesine imkan olmadığına inanırlar. Bu nedenle de bencilliği, yırtıcılığı ve şiddeti ortadan kaldırılamaz. Bana göre bu Realistlere ait değil, bir Batılı karakterin kendisinde var olan çok bildik bir ifadedir. Batı medeniyetinin bireyselliği güçlendiren anlayışa sahiptir. Dugin ise bir toplumu tümüyle dizginlemek adına devletin gücünün kullanılmasını savunmaktadır. İlk başta bu ayrımı görmekteyiz, bireyin özgürlüğü, hakları ve çıkarları karşısına, Dugin yapay ve değişik zamanlarda herhangi bir gücün idaresiyle, farklı dengelere oturtulabilecek “devlet otoritesini” koyuyor. Başta ifade ettiğim gibi, asıl konu ne Batı’nın kendisinin eleştirebildiği Realizm ne de cımbızlanan bir husus olarak Hobbes’un düşünceleridir. 

Şunu görüyorum, ABD’de yaşadıysanız sizler de bunu fark etmişsinizdir, Amerikalı çok tüketiyor, çok bencil ve mevcut imkanlarının bolluğuna fazlasıyla alışmış haldedir. Amerikalı bir vatandaş, şimdikinden başka bir yaşantıyı, şartı veya zorlanmayı kabul edemeyecek görüntüsü veriyor. İlk bakışta şu iddia edilebilir, Amerikalılar bu mevcut düzeninin devamı için gerekirse her tür saldırganlığı yapabilirler. Bunun için dünyanın savaş içinde olmasından medet umuyor da olabilirler; ama bütün bu görebildiğimiz gerçeklik, Amerika’daki, Britanya’daki veya Almanya’daki Realizmin karşısına Rusya’nın bilinen o olumsuz türden birçok özelliğini koymamıza engel değildir. Birden aklıma Nikita Kruşçev geldi, her nedense…

Şurası da açık, Amerika demek sadece Realistlerin veya Liberalistlerin yaşadığı bir yer de değildir. İleriki safhalarda inceleyeceğiz, Dugin Amerika eleştirisini yaparken, karıştırdığı borsch çorbasına koyacağı lahana misali, Liberalizmi de düşünerek şimdiden bu noktayı vurgulamak istedim.

Türklerde de devlet önemlidir. Ama bu insanları bir düzene getirmek (!) için gerekli bir kurum değildir. Dugin, devleti kaçınılmaz ve en yüksek egemenlik unsuru olarak görmektedir. Dahası, devletin insanların yağmacı ve bencil doğasını yansıttığını, dolayısıyla bir ulus devletin tek düşüncesi olan kendi çıkarlarını esas aldığını söyler. Bu görüş bana şöyle geldi, insan yağmacı ve bencil olmasın, ama devlet böyle olabilir, hatta insanları hizaya getirmek için şiddet de uygulayabilir. Dugin bunu ahlaki kılmak için başka bir formülle ortaya çıkıyor, diyor ki; Realistlerde görülen şiddet iradesi ve açgözlülük savaşı her zaman mümkün kılacağından, hedef bu noktadır, bunu engellemek gerekmektedir, dolayısıyla her türlü çıkar hesabı için devlet iradesi esas kabul edilmelidir. 

Dugin bu noktada devreye Uluslararası İlişkiler konusunu koymaktadır. Şöyle diyor, Uluslararası İlişkiler yalnızca tam egemen kuruluşlar arasındaki güç dengesi üzerine kurulur. Doğru, ama eksik düşünüyor. Açıklayayım. Avrupa Güç Dengesi Sistemi’ne ilişkin teoriler On Sekizinci Yüzyıl’da görüldü ve Rus İmparatorluğu bu sistem içinden en çok yararlanan bir ulus oldu. Diyebilirim ki her iki Dünya Savaşı’nın öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nu “hasta adam” diyerek parçalamanın yolunu açanlara öncülük edenler de “Avrasyalı” Ruslar idi; bunun sonrasında, zafer kazanan devletler statüsünde yer aldıklarından Birleşmiş Milletler’in daimî temsilcisi olmayı hak eden de. O halde Batı’dan (Atlantik’ten) Soğuk Savaş’taki mağlubiyetin intikamını almak adına bugün hangi güç dengesi teorisinden yararlanmamız gerekiyor, Dugin bunu da söyleyebilir mi? Avrupa Güç Dengesi Sistemi teorilerinden sonra Yirminci Yüzyılda Dünya Güç Dengesi Sistemi teorilerini gördük. İşte her iki Dünya Savaşı da bu Dünya Güç Dengesi Sistemi’nin içinde gerçekleşti ve birinci aşamada Rus Çarlığı, ikinci aşamada ise SSCB bu savaşların içindeydi. SSCB yıkıldı ama Rusya Federasyonu yine Birleşmiş Milletler’in daimî üyesi olarak kaldı. Demek ki, güç dengesi teorilerinden en fazla yararlanan Ruslar. Dugin farkında mı bilmiyorum, bugün halen Küresel Güç Dengeleri Sistemi teorileri tartışılıyor. Acaba Rus oligarklarının küreselleşme içindeki yerlerini Rus Devlet Sistemi nasıl çözecek, devlet otoritesinin “terbiye edici” yöntemlerine dayanarak mı? Bazı oligarklar hem Realist hem de Liberalist.

Evet, Türkiye tam egemenliği savunuyor, tıpkı diğer güçlü devletler gibi, tersi mümkün değil. Ancak dünyada bu tehlikeli gidişatı ne yaparsak çözebiliriz? Sadece bir Türk vatandaşı olarak değil, insanlık adına soruyorum. Eminim ki Dugin’in insanlık adına söyleyeceklerinden daha fazlasını söyleyebilirim. 

Bugünün şartlarına bağlı olan sahadaki politikaların doğasında mevcut karmaşık bir durum var ve bu durumdan en fazla Soğuk Savaş’ın galibi Batı’nın güçlü ülkeleri ve sistemleri mesuldür. Bunların çıkarları tamam ama, neye kıyasla çıkarlarını korumaya çalıştıklarını da açıklamak gerekmiyor mu? Yani Hegemonya Savaşı’nı kendi kendilerine mi yapıyorlar, yoksa rakiplerinin bazı tasavvurları mı var? Onlar Rusya ve Çin’in gelişimine bakıyorlar, Libya’ya, Suriye’ye göre bir kıyaslama yapmıyorlar. Bu zayıflatılmış ve egemenliği ellerinden alınmış ulus devletler başat güçlerin muhatapları bile değiller. Ne acı, ama böyle… Bu durumda nüfuz alanları rekabetinde bulunan başat güçlere bakmamız gerekiyor. 

Reel sorunları sadece felsefi açıklamalarla çözmek mümkün değildir. Ulus Devletler sistemi içinde gelişen Küreselleşmenin getirdiği yeni bir durum söz konusuyken, elbette kaotik bir durum söz konusudur. Neticede küresel GSYİH’nın 100 trilyon ABD dolarının çok üstüne çıktığına, küresel ekonomik büyüklüğün daha da artış eğiliminde olduğuna, bunu zorlayan yeni kapasitelerin ve aktörlerin bilinen her şeyi etkilemesinin bir gerçeklik halinde karşımızda durduğuna ve dolayısıyla, Rusya’nın veya Çin’in bu büyüyen pastadan daha fazla payı hak ettiklerini düşünmelerine, Moskova veya Pekin yönetimlerinin daha fazla büyümeye ve güçlenmeye gayret gösterdiklerine bakarak, başka ne söyleyebiliriz ki? Gerçek dediğiniz ne? Gerçek, Rus devletinin elinde sopasıyla aklına estiği bir zamanda Ukrayna’ya dayak atması mı? Bu mu Avrasya önermesinin sihirli formülü? Bu mu kaosa karşı geliştirilen felsefe? Ben görebiliyorum, bazı güçlü devletler diğerlerine oranla daha çok çıkarlarını sürdürmenin çabası içindeler, bu nedenle ABD gibi güçler çeşitli agresif dış politikalara sebep olmakta. Kapitalizm, öncelikle maddi çıkarları korumak ve geliştirmek demektir. İmkanları olanlar, ki var, her türlü olasılığı yapay zekâ dahil çeşitli araçları kullanarak, “kaosu yönetebilecek” senaryoları da uygulayarak geliştirmekteler. Bu gelişmelerden en fazla, tüm dünya ve güçsüz ülkelerin masum insanları zarar görmektedir. Bizler bu “acı biçimde gerçekleşenlerin” farkında değil miyiz, öyle mi zannediliyor? Çözüm Dugin’in tarif ettiği gibi değildir, burada bir terslik olduğunu görüyorum, eleştirdiğim bu noktadır. Rusya, masum insanları ikna edecek bir geçmişe sahip değil, şimdi ortaya sürdükleri konular da pek inandırıcı değil.

Diyelim ABD’nin yerinde Rusya olsaydı, Hegemonya Savaşı’nı sürdürmeyecek miydi? Elindekileri herkesle paylaşacaklar mıydı? Bugün bile benim gördüğüm, Afrika’daki madenleri Batılıların elinden alabilmek adına, çeşitli politik oyunlar peşinde koşanların başında Ruslar var. Bugün Rusya doğalgaz, petrol ve çeşitli madenlerin satışlarından daha fazla kazanmak, bu alanlarda küresel piyasalara kendisinin hâkim olmasını istiyor. Fakat bu noktada bile karşısında ABD’nin yer aldığını görüyor.

Dugin diyor ki, bu kaos terimi teoride olumsuz değildir, yalnızca egemenlik kavramına yönelik en ciddi yaklaşımdan kaynaklanan olgusal durumun bir ifadesidir. Ne anladınız? Açıklayayım. Ulus devletler var olsun, devletler tam egemen olsun, sınırlar hiç bozulmasın, buna ulus devletler sistemi diyelim, ancak… Ancak, mevcut durumda dünyada bir “Leviathan” var, önce onu yok edelim. Amerika kendisini uluslar-üstü güç görmektedir, o kendine göre bir kaotik ortam yaratmaktadır, egemen ulus devletlere saldırmaktadır, onların sınırlarını değiştirmek istemektedir, herkesin ona itaat etmesini istemektedir, işte bu “tek egemen ulus-üstü varlığı” el birliğiyle yıkalım, gerekirse kaosu biz çıkaralım!

Dugin dikkatimizi Uluslararası İlişkiler içindeki Liberalizme çekmektedir. Halbuki Liberalizm kavramı sadece Dugin’in eleştirisindeki gibi değil, daha fazla eleştiriye muhataptır. Benim görebildiğim kadarıyla ABD’de, örneğin Joseph S. Nye Jr. gibi, Uluslararası İlişkiler alanında ahlakilik ve çıkarcılık yönleriyle bu konuları irdeleyen önemli isimler var. Dugin’in savlarına gelmeden Nye’nin görüşünü burada ele alayım.

Nye’nin Liberal Gerçeklik Fikri

Joseph S. Nye Jr. tarafından 30 Kasım 2023 tarihinde Foreign Affairs’te yayımlanan, Judging Henry Kissinger, Did the Ends Justify the Means? başlıklı makalesinde realizmin eleştirisi şöyle yapılıyor, özetliyorum: 

“Gerçekçilik çoğu lider için en başlarda kullanılan bir değerdir. Eğer egemen bir devletteyseniz gerçekçiliği kullanmak kolaydır. Zamanla liderler, kozmopolitanizm ve liberalizmin değerli olduğunu fark ettiklerinde buralara kayabilirler. Ama bazıları inatla yerlerini savunduklarını söylerler. Hiçbir zaman dünyada mükemmel bir güvenlikten söz edilemez. Böyle olduğuna göre liderler politika yaparlarken, refah, kimlik veya yabancıların hakları gibi diğer değerleri dikkate almadan önce, yaşamsal olması sebebiyle, kendi devletlerinin ne düzeyde güvenliğe ihtiyaç duyduğunu bulmaları gerekmektedir. Temel insan hakları ve kurumların konumu keyfi olarak reddedilmemelidir. Dış politika konularının bir kısmı hayati iken bir kısmı da hayatta kalmayı içermeyen kapsamdadır. Bu nedenlerden dolayı, karar verme yelpazesi çok geniştir, ahlak dahil her husus hesaba katılmalıdır. Örneğin kimlere silah satılacak, kimler silahsızlandırılacak, mültecilere karşı tutumlar ne şekilde belirlenecek, hangi ülkeyle nasıl bir ticaret yapılacak, iklim değişikliği konularında nerelere dikkat edilecek, bütün bunlara ait doğru kararlar verilmelidir. Realistleri sert ve ılımlı diye ikiye ayırmak gerekmektedir. Sert realistler, tüm kararlarında Ulusal Güvenlik kavramının gereği politikalarından asla taviz vermezler. Eğer konu ülkenin ulusal güvenliğini eksiksiz sağlamaksa, bazı ahlaki şüpheli şartlarda tercihler ülke yararına yapılır. Eğer amaç ülke güvenliği ise bazı ahlaki değerler üzerine kitabi olmayan biçimde kararlar verilebilir. Belki de bazı veballerin ödenmesi gerektiği yönündeki sert kararların verilmesi söz konusu olabilir.”

Nye, 1945’te Başkan Harry Truman’ın ülkesinin ulusal çıkarına Japonya’ya atom bombası atarak 100 binden fazla sivilin ölümüne sebep olmasını işte bu ilkeyle açıklıyor. İlkesel bazda, güvenlik önce gelir ve adalet düzeni gerektirir! Ancak liderlerin, en başta ne yapması gerektiği husus tartışmalıdır. Benim de üzerinde durduğum bu husustur. Demokrasiler sürekli hükümet ve karar verici değişikliğini öngörür. O halde demokrasilerde birinin hatası diğerine devir olur. Lider içinde bulunduğu şartlarda karar vermek zorunda kalır. Lider ilkelerden çok güvenlikçi yaklaşımı seçebilir. Tersine olan durum şöyledir, eğer ideal bir demokrasi sistemi, eksiksiz bir zincirin halkaları misali çalışıyorsa, işte bu durumda şunu söyleyebiliyoruz: Liderlerin, her zaman için, ülkelerinin güvenliğini gerçekten tehlikeye atmadan önce, diğer önemli değerleri takip edip edemeyeceklerini değerlendirme yükümlülüğü vardır. Bu sonuç Nye’nin hatırlattığı şekilde, Hobbes ve Locke tarafından savunulan bir değerlendirmedir.

Dugin’in dünyasında böyle bir husus elbette söz konusu değildir. Otokrasilerde değişen hükümetlerden ne denli söz edilebilir? Dugin’in Rusya’sının elinde kaç adet nükleer silah var? Bunlara gerek olmayacağı bir argümanı kendisinden işitmek isterim. Üstelik Putin ve Medvedev, Ukrayna Savaşı’nın (onlar savaş değil, “özel operasyon” diyorlar) bir safhasına gelindiğinde dünyayı bir nükleer savaşa sokmakla tehdit ederken Dugin’den buna bir itiraz işitmedik.

Devam edelim:

“Liderler sürekli göz önünde olduklarından doğal olarak eleştiri okları en çok onlara yöneltilir. Liderler kararlarını verirlerken birçok dengeyi gözetirler. Ama sonuçta kendi ülkelerinin yararına bir karar verdiklerini savunurlar. Bu pek değişmez türden sonuç ifadesidir. Peki durumu tam anlamıyla anlayabilmek için nereye bakmak daha doğru olabilir? Analistler politika yapıcıları kararlar içindekiamaçlar, araçlar ve sonuçlar yönüyle değerlendirmelidir. İşte bu noktada kararların gerçekçiliği, liberalliği veya kozmopolitliği birer bakış açısı olması sebebiyle kullanılabilir. Bu çerçevede analistler kararların amaçlarına bakarken, liderlerin uluslararası düzeyde adaleti ile kendi ülkelerindeki adaletin aynı olmasını beklememelidir. Analistler, bir liderin hedeflerinin yurtiçinde ve yurtdışında oldukça ilgi çekici değerleri ifade eden bir vizyon içerip içermediğini sormalıdır. Ancak aynı zamanda bir liderin hedeflerinin, cazip değerler ile değerlendirilen riskleri ihtiyatlı bir şekilde dengeleyip dengelemediğini de sormaları gerekir. Başka bir deyişle analistler, liderin vizyonunun başarıya ulaşması için makul bir ihtimal olup olmadığını değerlendirmelidir. Etik araçların değerlendirilmesi söz konusu olduğunda, somut örnek savaşlar olduğundan, bu açıdan haklı olarak ‘adil savaş’ kriterleri nedir, diye sorarız. Bu kriterler uzmanların dilinde başka, devletin güç kullanması yükünü omzunda taşıyan liderin kararında başka gerçekleşebilir. Ünlü liberal filozof John Rawls kendi adalet teorisinin koşullarının yalnızca aile halkı için geçerli olduğuna inanıyordu. Rawls aynı zamanda liberal bir toplumun, sınırların ötesinde görevleri olduğunu ve listenin karşılıklı yardımlaşmayı ve temel insan haklarını güvence altına alan kurumlara saygıyı da içermesi gerektiğini savundu. Ayrıca çeşitliliğin olduğu bir dünyada insanların mümkün olduğunca kendi işlerini belirlemeyi hak ettiklerini yazdı. Uzamanlar, Rawls’ın, başkalarının haklarına ve kurumlarına saygı göstermek için asgari düzeyde müdahale gerçekleştirmeye yönelik liberal kaygısını hesaba katabilirler. Sonuçların değerlendirilmesine gelince, insanlar liderlerin; ülkelerinin uzun vadeli ulusal çıkarlarını desteklemede başarılı olup olmadıklarını, aşırı dar görüşlülükten ve yabancılara gereksiz zarar vermekten kaçınarak mümkün olduğunca kozmopolit değerlere saygı gösterip göstermediklerini ve ahlaki söylemi genişleten gerçeği ve güveni teşvik ederek takipçilerini eğitip eğitmediklerini sorabilirler.”

Nye, bu kriterlerin gerçekçilik, liberalizm ve kozmopolitanizmin dahilindeki bakış açılarıyla türetilebileceğini söylüyorsa da bunun doğruluğuyla ilgili basit bir genelleme ve bir temel rehber olmanın ötesine geçmeyeceğini ifade etmektedir. Nye bu yaklaşımı, “liberal gerçekçilik” olarak adlandırmaktadır. Dolayısıyla uluslararası kararlar için bütün süreçler gerçekçilikle başlar, ama orada bitmez.

Nye, açıklamalarını sağa sola kaçırmadan, bir Uluslararası İlişkiler uzmanı olarak yapıyor ve ABD’de aynı anda hem Liberalizmin hem de Realizmin birleşik halde uygulanabildiğini ifade ediyor. Dugin bunu düşünemiyor olmalı!.. Dugin, öncelikle Liberalizm felsefesini hedef alıyor. Ama bunu politikayla karıştırarak açıklamaya çalışıyor.

Dugin’in Liberalizm Eleştirisi Üzerine

Dugin’in Uluslararası İlişkiler okumasına bakalım:

“Uluslararası ilişkilerde liberaller realist okula karşı çıkıyorlar. Antropolojik kötümserliğiyle Hobbes’a değil, insanı boş bir sayfa (tabula rasa) olarak gören anlayışıyla Locke’a ve pratik aklın ahlakından ve onun evrenselliğinden kaynaklanan pasifizminden dolayı kısmen Kant’a güveniyorlar. Uluslararası ilişkilerde liberaller insanların yeniden eğitim ve aydınlanma yoluyla değiştirilebileceğine inanırlar. Bu, Aydınlanma projesidir: Yağmacı egoisti, başkalarını dikkate almaya ve onlara mantık ve hoşgörüyle davranmaya hazır, rasyonel ve hoşgörülü bir özgeciye dönüştürmek. Dolayısıyla ilerleme teorisi. Realistler insan doğasının değiştirilemeyeceğine inanırken, liberaller bunun değişebileceğine ve değiştirilmesi gerektiğine inanıyor. Ancak her ikisi de insanların eski maymunlar olduğuna inanıyor. Realistler bunu kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul ederken (insanın kurt olması), liberaller toplumun eski canavarın doğasını değiştirebileceğinden ve onun ‘boş levhasına’ istediği her şeyi yazabileceğinden emindir.”

Öncelikle Rus toplumunun Aydınlanma sürecini doğru bir şekilde ele almamız gerekmektedir. Moskova’nın tarihsel evrimini her tarihçi bilmektedir. Thomas Hobbes (1588-1679) veya John Locke (1632-1704) dönemine gidip, o dönemlerde Rusların yağmacı ve egoist olmadıklarını mı söyleyeceğiz? Eskiyi bir yana koyarak basitçe bakalım, 2014’te Rusya Kırım’ı neden işgal etti?

Batılı düşünceye sahip ülkeleri ABD düşmanlığı ile açıklamak bir yöntem olarak seçilebilir, buna karışamam. Ama Aydınlanmacı fikirlerden nasibini alan Japonya örneğine bakılırsa, bir Japon kendi kültürel değerlerine sahip, ailesi, okulu, profesyonel yaşamı, uluslar sistemi ve hatta küreselleşme içindeki durumu da belli, bu ülkede kendileri ve dünya için Realizm ve Liberalizm tartışması ne denli sorun oluyor? Ama Rusya’ya bakarsak, Japonya da ABD gibi bir düşman ülkedir, oradaki politik tablo açısından Dugin’in mutlaka bir önermesi olacaktır. Dugin’in, “demokrasiler birbirleriyle savaşmadıkları için liberal devlettir,” düşüncesi hiç de akılcı değildir. 

“Ve eğer devlet tebaasını liberalleştirmeyi amaçlamazsa o zaman şeytan olur. ‘Demokrasiler birbirleriyle savaşmadığı’ için yalnızca liberal bir devlet var olabilir. Ancak bu liberal devletlerin yavaş yavaş ortadan kalkması ve yerini bir dünya hükümetine bırakması gerekiyor. Sivil toplumu hazırladıktan sonra kendilerini ortadan kaldırıyorlar. Devletlerin böyle kademeli olarak ortadan kaldırılması koşulsuz bir ilerlemedir. Modern Avrupa Birliği’nde de tam olarak bu mantığı görüyoruz. Ve aralarında Biden, Obama ya da ‘açık toplum’un destekçisi George Soros’un da bulunduğu Amerikalı küreselciler, ilerleme sırasında dünya hükümetinin ABD ve onun doğrudan uyduları temelinde kurulacağını belirtiyorlar; bu demokrasilerin birliğinin projesidir.”

Tarihi süreçleri cımbızlayarak bazı sonuçlar çıkarmanın bir yararı yoktur. Avrupa’da 1450-1670 yıllarında Rönesans ve Reform hareketleri görüldü. Artık bir Aydınlanma sürecinin başladığından söz edilmekteydi. Peşi sıra şunlar görüldü: İngiltere Devrimi oldu (1688), Montesquieu tarafından Kanunların Ruhu yazıldı (1748), Amerika Devleti kuruldu (1776), Birinci Sanayi Devrimi gerçekleşti (1784) ve Fransız Devrimi gerçekleşti (1789). Bundan itibaren Ulus Devletler ortaya çıktı, ulusal çıkarlardan söz edilir oldu, egemenlik kavramı netleştirildi, Güç Dengesi Teorisi oluşturuldu, ülkeler güç politikasını esas almaya başladılar, artık Avrupa Güç Dengesi Sistemi’nden söz edilir oldu. Avrupa İdeali, Uluslararası İdeal, Uluslararası Politika konuları olarak Realizm, İdealizm ve Konstrüktivizm ortaya kondu. Bütün bunlar Uluslararası Sistem ve Modern Sistem tanımlarını gerektiren gelişmeler oldu. On Dokuzuncu Yüzyıl’da Uluslararası Kurumlar ihdas edildi, Uluslararası Hukuk konusu ortaya çıktı ve beraberinde İkinci Sanayi Devrimi gerçekleşti. Cumhuriyet ve Modern Demokrasi böylelikle ifade buldu. Sanayi Devrimleri’nin, Kapitalizm’in, Ulus Sistemi’nin, Cumhuriyet’in, Demokrasi’nin gelişimi rasgele ve ayrı ayrı olmadı, hepsi birbiriyle ilintili, birbirini besleyen veya tetikleyen sistemler şeklinde gerçekleşti. Bunlar, biri diğerinden ayrılmaz biçimdeki gelişmelerdir. Hatta Küreselleşme de bunun içinden çıkarak gelişmiştir. Bu gelişmeyi de doğru bir yere koyarak anlamak gerekir. Yirminci Yüzyıl’ın hemen başında dünya ekonomisinde büyük patlama nasıl oldu, Kapitalizm’in ve diğer hususlarla etkileşiminin burada bir fonksiyonu olmadı mı? Ulus Devletler ve Uluslararası Sistem mevcutken Devlet Dışı Ekonomik Aktörler nerede ve nasıl gelişti? Dünya 30 Yıl Savaşı’nı yaşadı (1914-45). Bu şartlardayken Üçüncü Sanayi Devrimi ve Soğuk Savaş (1947-91) oldu. Marksizm, Faşizm, Enternasyonalizm fikirleri tartışıldı. Bütün bunlar içinde ekonomi fikri ayrılmaz bir konu olarak hep vardı. Yirmi Birinci Yüzyıl’a gelmeden dünyada Bilişim veya Dijital Çağ başladı. Küreselleşme fikri tam olarak anlaşıldı (1986). Artık dünyada Ulusal Güçler ile birlikte Küresel Güçler söz konusudur. Küreselleşme içinde yetişen genç kuşaklar Dijital Çağ’ı ve Dördüncü Sanayi Devrimi’ni bizlere göre daha iyi özümsemekteler. Artık insanlık Küresel Kapitalizm içindedir, bunu ister kabul edin isterseniz reddedin! 

O halde savaş, Rusya’nın “Devlet Kapitalizmi” veya “Oligarşik Kapitalizmi” ile mi olacak, yoksa ABD’nin “Liberal Demokratik Kapitalizm” modeliyle mi, önce bunu netleştirmek gerekmiyor mu? Bir hastalık olarak dünyada Neo Kolonyalizmin serpilmesi sadece Liberaller için geçerli de Rus oligarşisine dayanan Kapitalizm’in bu hastalıkla ilgisinin olmayacağını mı kabulleneceğiz? 

Soros’un ekmeğini yiyen ve onun uşaklığını yapanlar ile gelişmiş Uluslar Sistemi kavramı bir yerde nasıl anılabilir? Bu gibi sorunlu bir ismi, Dugin’in de savunduğu gelişmiş bir sistem içinde anıp, buradan yarayışlı bir sonuç çıkarmaya çalışmak paradokstan başka bir şey değildir. Diğer husus, şahsen ben Joe Biden ve Barack Obama gibi Demokrat ABD Başkanları’nı fazlasıyla eleştirdim. Ama şöyle düşünüyorum, Amerika’nın sistemini açıklamak başkadır, Başkanlar hakkında yazıp çizmek başka. Başkanları Amerikalı siyaset bilimciler de eleştiriyorlar; hatta ahlaki açılardan yerden yere vurulan, haklarında soruşturma geçiren Başkanlar az değil. Burada demokrasi içindeki erklerin durumunu açıklamak isterdim, ama Dugin bunların önemini ve Rusya’da mahkemelerin nasıl çalıştığını benden daha iyi biliyordur kanısındayım.

Dugin’in söylediği tartışmalıdır. İddiası şöyle:

“Teknik anlamda, uluslararası ilişkilerde Realizm’in karşıtı olan Liberalizm’e genellikle ‘İdealizm’ adı verilir. Yani, uluslararası ilişkilerdeki realistler, insanlığın esas olarak her zaman olduğu gibi kalmaya mahkûm olduğuna inanırken, Uluslararası İlişkiler’deki liberaller ‘idealist’ olarak ilerlemeye, insanın doğasını değiştirme olasılığına inanırlar. Cinsiyet teorisi ve post-hümanizm bu tür ideolojiye aittir; liberalizmden kaynaklanırlar.”

Bana göre bu durum şöyledir: İdealistler her akım içinde vardır, ama en çok Kozmopolitanizm ve Konstrüksiyonizm içinde aranmalıdır. Kozmopolitanizm, bireyin “insanlık” adı verilen büyük topluluğa ait olduğunu savunur. Yereller evrensel bir sisteme bağlıdır. Kozmopolitanizm birlik içinde çeşitliliği kabul eder. Ahlaki ve kültürel bir tutum olarak kozmopolitler; tüm insanlığın birliğini, farklılıklara hoşgörüyle yaklaşılmasını, tüm insanların aynı ahlak topluluğunun parçası olduğunu, bireysel kimliğin oluşumuna farklı kültürlerin kaynaklık etmesini ve insanların birlikte yaşayabileceğini savunur. Bu açıklamalar karşıt görüştekiler için idealist ve ütopik yaklaşımlar olarak gösterilmektedir.

Konstrüktüvistler toplumsal bağlamları dikkate alırlar, olayların nasıl oluştuğuyla ilgilenirler. Bu yaklaşımı kabul edenler, bireylerin kendilerinden önce mevcut bir dünyaya uymaktan başka, bu dünyanın oluşumuna sürekli ve aktif bir biçimde katkıda bulunduklarını savunurlar. Konstrüktivizm’e göre, toplumsal ilişkilerimizi şekillendiren bazı kurallar vardır, bu kurallar kurumlar ve bireyler tarafından yerelden küresele, küreselden yerele doğru çift yönlü iletişimle inşa olur. Sosyal bir ilişki ve etkileşim sonucu oluşmuş olan devletler de kendi oluşum süreçleri gibi uluslararası toplum ve sistemi oluştururlar. Bu oluşum tıpkı devlet ve inşa sürecinde olduğu gibi çift yönlü bir etkileşimdir. Buna göre Uluslararası İlişkiler’de ve gerçekliğinin şekillenmesinde fikirler ve kültürler önemlidir. Çıkarlar objektif değildir ve değişen kimliklerle ilişkilidir. Konstrüktüvistler kimlik, norm, kültür, ulusal çıkar ve uluslararası yönetim üzerine odaklanırlar. Bu yaklaşım, sosyal gerçekliğin insanlar tarafından yapılandırıldığını ve değişebileceğini ifade eder. Kozmopolitler gibi Konstrüktüvistler de sanki bir “idealist” zorlama içerisindeki açıklamaları geçerli kılmaya çalışıyor olabilir.

Fikrimce tek dünya idaresi, eski Marksizmin ileri adımındaki Enternasyonalizm düşüncesi de gerçek dışıdır, Liberal Demokratik Enternasyonel Sistem de. Bu tür konulara bir de Küreselleşmiş Dünya Sistemi yakıştırması yapmak doğru bir yol değildir. Bunları neden konu ediyoruz ki? Rusya başka ülkelere nasıl saldırıyorsa, Amerika da saldırıyor. Rusya kendi silahlarının satın alınmasını istiyor, Amerika da. İki Kutuplu Dünya’da çok ülke tarafından ruble de kullanıldı, Amerikan doları da. Bugünün Tek Kutuplu atmosferinde ABD kendi dolarının çok kullanılmasını istiyor. Ruble, dolar ile rekabet edebileceğine cesaret edemediğinden şöyle bir argümanı savunuyor: Yeni para sistemi. Bunun için BRICS gelişsin ve dolara rakip olsun! Gerçekte olanlar bunlar değil mi? Dugin neden bu gerçekleri söylemeyi seçmiyor, kes-yapıştır türü bir açıklamayla kendine bir felsefe yaratmış görüntüsü veriyor?

Dugin’e göre, “Çağdaş Marksizm ağırlıklı olarak liberal yanlısı, küreselci ve hızlandırıcıdır.” Neden böyle bir konuyu yeni baştan tartışmaya açalım ki? 

Dugin’in İlliberalizm konusundaki düşüncelerine bakalım. Dugin şöyle bir tanım yapıyor:

“Rusya, geleneksel olarak kolektivizm, dayanışma ve adalet değerlerine ve Ortodoks geleneklerine dayanan, kıtasal Avrasya gücünü meşrulaştırmaya çalışan bir ülkedir. Bu emsalsiz bir ideali gerekli kılar. Çağdaş Batı dünyasının Liberalizm’i tanımlamasına bakarsak, esasen liberallikten uzaktalar. Aynı zamanda, Rus medeniyetinde (Rus dünyasında), hem Ortodoks Kilisesi’nin ekümenik doğasında hem de Sovyet döneminde (sosyalizmin ve komünizmin küresel ölçekte zaferine olan inançta) ortaya çıkan benzersiz bir evrenselcilik vardır.”

Dugin, Rus medeniyetini açıkladığı gibi Çin’i, İslam’ı, Hindistan’ı açıklıyor. Buradaki ahlakı ve sosyo-politik farkları işaret ediyor. Örneğin, İslam medeniyetindeki şeriat ilkeleri ve temel dini ilkelere bağlılığı, İlliberal olmayı gerektirir, diyor. Komünist, burjuva ve bireycilik karşıtı biçimiyle Çin, geleneksel Konfüçyüsçülük ile İlliberalisttir, diyor. Hintlilerin Vedanta felsefesininin Liberal Globalizm’in ilkeleriyle hiçbir ortak yanı yok, diyor. Dugin, hedefindeki Afrika ve Latin Amerika’dan da örnek açıklamalar yapıyor.

Dugin zıt yöndeki durumu tarif için, Anglo-Sakson ve Evanjelik düşüncelerin neler olduğunu açıklıyor. Sanırım Liberalizmin tarifi konusunda ilerlemek yerine, kültürel kodlarla dünyada bir bölünmüşlük hali yaratmayı tercih ediyor.

Siz olsanız İlliberalizm konusunu böyle mi açıklarsınız? Bu konuda sayısız kitap ve makale okudum, esasen bu tarz bir kültürel kodlardan yola çıkılabildiğini görmedim. Bu kültürel kodlar doğru olabilir, ama dünyada olup biten için açıklamaların hepsi bu kadar mı? Eğer Dugin’in söylediklerinden yola çıkılırsa, Ortodoks Kilisesi, Ekümeniklik, Marksist felsefedeki inanç meseleleri, gibi çok konuda bazı kabullere dahil olmanız gerekir.

Bir örnek açıklamada bulunayım, Türkler İslam dinini kabul etmeden önce Gök Tanrı inancına sahipti, ahlaki ve toplumsal değerleri şimdikinden çok farklı değildi, hatta İslam’ı bu benzerliklerden dolayı daha kolay içine sindirdi. Ama yine de Türkiye’de çok aklıselim insan Küreselleşmenin icaplarını dışlamıyor, çünkü bu dünya gemisinde yaşadığını gayet iyi biliyor, tıpkı Japonlar gibi.

Bugün Batılı çok ekonomist İlliberalizmi savunmaktadır. Bunun tartışması kendi kapsamında yapılırsa daha gerçekçi olur.

Dugin’in Çok Kutuplu Dünya Teorisi Üzerine

Bana göre Dugin ne Realizm’i ne de Liberalizm’i doğru bir yere koyabiliyor. Veya tam tersine, bu kavramları amacını elde edebilmek adına, herkesin bildiğinin dışında konumlandırıyor, çarpık bir anlatım yöntemiyle sadece kullanıyor. Çok kutuplu dünya teorisine daha yakın olan ne? Gerçekçilik mi İdealizm mi?

Dugin teorisini şöyle açıklıyor:

“Bir hatırlatma olarak, bu teoride konu, modern çağın klasik ‘burjuva ulus-devleti’ (Vestfalya sistemi ve Machiavelli-Bodin’in Egemenlik Teorisi ruhuyla) değil, ‘devlet-medeniyeti’dir (Zhang Weiwei) veya ‘büyük alan’ (Carl Schmitt). Samuel Huntington 1990’ların başında böylesine Çok Kutuplu Dünya düzeninin ana hatlarını çizmişti. Bölgesel entegrasyon süreçlerini gerçekleştiren birçok devlet-medeniyet, dünya siyasetinin bağımsız merkezleri haline geldi. Bu temayı Çok Kutuplu Dünya Teorisi’nde geliştirdim. İlk bakışta Çok Kutuplu Dünya Teorisi egemenlik ile ilgilidir. Bu da gerçekçilik anlamına gelir. Ancak çok önemli bir uyarıyla: Burada egemenliğin taşıyıcısı, yalnızca bireysel yurttaşlardan oluşan bir topluluğu temsil eden bir ulus devlet değil, aynı zamanda tüm halkların ve kültürlerin daha yüksek bir ufkun liderliği altında birleştiği bir “devlet-medeniyeti”dir; tarihsel misyon, egemen fikir (Avrasyacılar gibi). ‘Devlet-medeniyeti’, imparatorluğun tamamen teknik ve yeni bir adıdır. Çin, İslam, Rus, Osmanlı ve tabii ki Batı… Bu tür ‘devlet-medeniyeti’ örnekleri, Kolomb öncesi dönemde dünya siyasetinin dengesini tanımladı. Modern zamanlarda Batı’nın sömürgeleştirmeyle yükselişi bu dengeyi Batı lehine değiştirdi. Şimdi belli bir tarihsel düzeltme yaşanıyor. Batı’nın dışındakiler kendini yeniden öne çıkarıyor. Rusya, kritik bir sınır bölgesinin kontrolü için Ukrayna’da Batı ile savaşıyor. Çin, dünya ekonomisine hâkim olmak için yarışıyor. İslam, Batı Emperyalizmine ve Hegemonyasına karşı kültürel-dinsel bir ‘cihat’ yürütüyor. Hindistan, tam teşekküllü bir dünya konusu haline geliyor. Afrika’nın kaynakları ve demografik potansiyeli onu otomatik olarak yakın gelecekte önemli bir oyuncu haline getirecek. Latin Amerika da bağımsızlık haklarını savunuyor.”

Dugin’in bu bana göre “düzmece” teorisine inananlar veya inanmak isteyenler var, az da değiller. Sonuçta bu da bir politik tercih konusudur ve buna söyleyeceğim olamaz. Politika böyle bir şeydir. Başta ifade ettim, Dugin’in bir filozof gibi savlarla tarihi olgulara yersiz eleştirilerde bulunmaya çalışması yetmiyormuş gibi, bu tartışmalı savların üstüne çok açık olan Rusya’nın çıkarına tüm argümanları sıralıyor, dolayısıyla politika yapıyor. Benim itirazım böyle bir açıklamaya ve sonucuna “teori” denmesi.

Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak, isteyenlere ne diyebilirim ki? Mutlaka herkesin bir politik bakışı (aslında buna “politika yapıcılık” bağlamında bakmak gerekir) olacaktır. Önemli olan zamanı, zemini ve şartları iyi değerlendirmektir. Rusya’nın jeopolitiği, ülkenin stratejik derinliği, kaynakları, bazı iddiaları uzunca süre sürdürebilmesi için yeterli olabilir, ama onun hizasına girerek bir çıkış aramak isteyenler için aynı parametreler geçerli olabilir mi, düşünmek gerekir. Diğer açıdan bu tür politik açıklamaların bir düşünce adamından çıkıyor olması da ilginçtir. Düşünce adamı söyler, iddiada bulunur, icracı değildir. Eğer başka bir ülkedeki Dugin taraftarı politik amaçla onun fikirlerini fiile dönüştürürken aceleci davranırsa mesuliyet kendisinde olur, Dugin’de değil. 

Türklerin Orta Asya geçmişlerinden itibaren kendine özgü ve köklü bir yeri ve duruşu vardır. Türkler Avrupa içlerine kadar ilerleyerek Batı’nın ne olduğunu en iyi özümsemiş olması gereken bir millettir. Türkler sadece iki kıtada değil, tıpkı Roma İmparatorluğu gibi üç kıtada egemen olmuş, İmparatorluk kurmuş ve uzunca süre hükmetmiş bir millettir. Türkler İmparatorluk ve “Emperyal” fikirler nedir, bilmeyecek mi? Türkler geniş coğrafyalardaki çok değişik halkları, etnik, dini veya başka çeşitliliktekileri, barış içinde yönetebilmiştir. Türkler sömürgeci ve köleci değil, “paylaşmacılık” fikrinin atasıdır da!.. Dugin gelsin Türklerden öğrensin “paylaşmacılık” fikrinin ne olduğunu. Dugin işin kolayına kaçmış, çeşitli medeniyetleri kendi yanına çekerek kullanabileceğini düşünmüş. Orada dursun! Müslümanlığı ise Huntington ağzıyla açıklamaya hiç kalmasın! Bu manada Türkler halen bir büyük güç değilse de tekrar böyle bir iddiası olmayacak anlamına gelmemelidir. Zaman, zemin ve şartlar dediğim budur. Belki asırlarca mücadele edersiniz. Mücadele, çalışmak, akılla, Akıllı Güç ile hareket etmek… Ama en önemlisi nedir derseniz, yanlış zamanlarda, yerlerde ve şartlar içinde bulunmamaktır. Stratejik bakışta küçük düşünmemek gerekir.

Dugin’e kalınırsa, işiniz yarın teröre bulaşır… Amerika’nın teröristten kendine göre bir şeyler üretmesine bakılırsa, bu tarz bölücü, ajite ve propagandist hareketlerin vuracağı yerler hep aynıdır.

Huntington’un Medeniyetler Çatışması fikrini çokça tartıştık. Bu fikre fazladan anlamlar yükleyenler de oldu. Belki Amerikan’ın dış politikasında birçok proje bu fikirlerle geliştirilmiş de olabilir. Bunlar ve benzerleri elbette insanlığa yarar sağlamazlar. İnsanlığa yarar sağlayacak fikirler, doğal gelişmişliği takip eden, dünyada hemen herkesi kapsayan ve olabildiğince yapaylıklardan sıyrılarak ileri sürülenlerdir. Dugin gibi ben de İki Kutuplu Dünya’da büyüdük, Tek Kutuplu bir dünyanın zararlarını hep birlikte gördük. Eğer bir Çok Kutuplu Dünya oluşacaksa kendi seyrinde gelişsin isterim. Önce Ukrayna’ya saldırıp sonra Çin’e gidip medet ummak, dünyayı ”ikiye bölen” propaganda amaçlı haritalar yayımlayıp sonra ABD yaptırımlarının karşısında bir bloğu güçlendirmeye çalışmak, bütünüyle bunlar Moskova’dan bakınca yapılması gereken politikalar olabilir; ama burada insanlık için gerekli olabilecek sihirli felsefeyi göremedim! Önce Irak’a saldırıp sonra Orta Doğu enerji yollarını ve piyasasını kontrol etmek, dünyayı Liberal Demokrasi kampı içinde birlik yapmayı dikte ettirmek, bunlar da Washington’dan bakınca yapılması gereken politikalar şekilde değerlendirilebilir. Ama her ülkenin ve güç odağının kendine göre bir politikası olacaktır, bunu kabul etmemiz yanlış değildir. Yanlış olan husus, güç mücadelesini insan öldürerek yapmak, günlük hayatını sürdürmek ile ilgilenenlerin elinden toprağını alıp başkalarına vermek gibi, çok temel hususlardır.

Muhafazakârlık

Dugin politikada muhafazakârları nereye koyuyor? SSCB’de Stalinizme karşı olan Troçkistler mevcut rejimi muhafazakârlaşmakla suçladılar. Dugin’de de bu tarz politik tavırları görmek mümkündür.

Size burada Amerikan, İngiliz, Rus, Alman, İtalyan, Fransız, Türk muhafazakârları açıklamak istemiyorum, istediğim böyle bir politik alanında olduğudur. Liberal, Liberteryan, mali, milli, ulusalcı, gelenekçi, kültürel, sosyal, dini, ataerkil, ilerici veya otoriter muhafazakârlık tanımlarını nereye koyacağız?

Politika, Strateji ve Propaganda 

İktidardakiler kendi politikaları için karar vericidirler. Rusya’nın politikası hakkında yazılıp çizilecek çok konu var. Ama onların ne yaptıkları ve ne yapmak istedikleri açısından bu hususları irdelemek daha doğrudur. Diğer yandan bir ülke içindeki politika konu başlığı diğer bütün konu başlıklarından oluşturulur. Bunun içinde hükümet ve devlet organları, stratejik, ekonomik, sosyo-kültürel, insan gücü, askeri, bilimsel ve teknolojik, ulaştırma ve iletişim, gibi pek çok konu başlığını kendilerine göre, tabii insanlığı esas alarak, belirler ve hem içeride hem dışarıda buna bağlı, diğerleriyle çeşitli boyutlarda etkileşim halinde, icraatını gerçekleştirirler.

Dugin’in propagandist yaklaşımı açıkça görülüyor, stratejilerine göre tamamlayıcı bir karakter olma görevini üstleniyor. Bu Rusya’da böyle işliyor, başka ülkelerde örneğin Amerika’da başka türlü yöntemlerle ve kurumlarla. Çin, Hindistan veya Türkiye de kendi bakışına göre belli amaçlarla dünya ailesi içinde bir politika içerisinde.

Dugin şunu yapmamalıdır: Kendime nüfuz alanları, inananlar, ortaklar yaratayım, mevcut olanları ise kendi hedeflerime odaklayım, buralardakileri olabildiğince kullanayım, mecbur kalırsam kurban edeyim, gerekirse birlikte kazanmayı seçelim, ama sonuçta düşman ülke Amerika’ya karşı kazanan Rusya olsun. İşte politika, strateji ve propaganda konusunu bu manzume ile okuyabiliriz.

Sonuç

Dugin’in fotoğrafına bakıyorum da sakalları bir hayli uzamış. Türkçeden bir söz, hatırlatayım: Her gördüğün sakallıyı deden zannetme!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

ÖNCEKİ YAZI

Stratejiyi Bilmek

DİĞER YAZI

ABD Stratejisine Göre Orta Doğu Değerlendirmesi

Politika 'ın son yazıları

22 views

Amerika’da Gazze Protestoları

Gazze'deki yaşanan zalimce olayların gerçekliği ve Batılı politikacıların ikiyüzlü uygulamaları bugün Amerika'da tartışılıyor ve protesto ediliyor. Yarın bu protestolar Avrupa'da da yaygınlaşabilir. Öyleyse diyebiliriz: Gazze sınırlarını aştı!
34 views

Irak’ta Aydınlık Dönemin Başlangıcı

Türkiye, Bağdat'ta Irak ile tarihi bir süreci başlattı, atılan imzalar var, geliştirilen yeni stratejiyle birlikte yapılacak işler var. Bunlar ekonomiden, kültürden, güvenliğe uzanan işler. En önemlisi, inanmışlık, güven ve umut ışığı!..
45 views

Filistin-İsrail Politikası Hakkında

Ortadoğu'da, ABD'nin "kontrol bende" dediği bir ortamda, İsrail'in şımarıklıkları ve İran'ın anlamsız çabaları sürerken, Filistin konusunda nasıl ilerleme sağlanabilir? Bu dramatik konuyu aktörleri belirterek gözden geçirelim.
47 views

Stratejik Algı Yönetimi

Strateji ile algı yönetimi bahislerini, canlı örnek olduğu nedenle, Ortadoğu, ABD ve İsrail ile açıklayacağım. Buradaki amacım yaşamda ve çıkarları elde etmede dilin ve yaratılan algının kullanılmasının ne kadar etkili olduğunu göstermektir. Evet, temel olarak bu bir iletişim konusu olsa da görüldüğü üzere, ülkelerin mücadeleleri ve savaşların nedeni dahi olabilmektedir.
79 views

Yapay ve Doğal

Size analitik bir yöntemle, halen Ortadoğu'daki onca yapaylığa ve yürütülen negatif amaçlı algıya rağmen, Türkiye'nin ne denli doğallık içinde ve istikrar amaçlı politika yürüttüğünü açıklayacağım. ABD ve Rusya gibi büyük güçlerin yanısıra, bölgede İran ve İsrail arasında yaşananları kavramsal boyutta irdeleyeceğim. Analizin her bir basamağında belirginleşen kuralları açıklayacağım.
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme