Yakın geçmişe göre yaşamın bu döneminde görülenler bir sonraki dönemlerin ne denli yoğun değişimler içereceğinin de kanıtıdır. Çoğu şeyin değişimini seçebiliyoruz ama göremediğimiz bir alan var ki bu insanlık tarihinde hemen her dönemde oldu, oluyor da.
Fransız Devrimi’ni yapanları maddi olarak kimler destekledi, ben bilmiyorum. Destek görmeden yapıldı ise insanlık adına “ne mutlu” diyebiliriz. Konu ile ilgili filmlerde ve romanlarda yansıtılan kahramanları kutlayabiliriz.
Avrupa’da hanedanlıkların ortadan kaldırılıp yerine ulus devlet yapılarının yerleştirilmesi sürecinde, her toplumda bir yenilikçi grubun öne çıkmasını kimler destekledi, bunu da bilmiyorum. Ama diyorum ki, eğer desteksiz, kendiliğinde olan bir şey varsa, ben bundan sonra bütün sihirbazlıklara inanacağım.
Reagan’ın Gorbaçov’u ikna etme sürecini hatırlıyorum. O dönemde Reagan, “SDI” diye bir proje ortaya atmıştı. SDI halen ortada yok ama SSCB çoktan yıkıldı. Türlü hamleler gerçekleştirildi bu dünyada… Bazen böylesi önemli poker masalarında çok kazananlar, çok da kaybedenler vardır. Diyeceksiniz ki, SSCB de Avrupa hanedanlıkları gibi yıkılmaya mahkumdu. Evet. Belki öyle de işi hızlandırmak için masada bir el çevirip, karşı tarafın ortaya koyduklarının tümünü almaya ne engel olabilir? Stratejik büyüme ne demek oluyor? Uluslararası ilişkiler fakültelerinde gençlere hangi senaryolar okutuluyor?
Duvarlar çökünce dünya küresel serbest piyasa ekonomisine dönüştürüldü. Ben bilmiyorum; hangi devlet başkanları ve başbakanlar, Amerika ve İngiltere’nin o dönemde estirdiği rüzgara, “Dur biraz bekleyelim,” diyebildi? Hatırlarsınız, bir özelleştirme furyası başlatılmıştı.
Türkiye’de bile muhafazakar yönetim, “Ben liberalim,” deme gücünü kendinde bulabildi. Türk Lirası bir gecede konvertibl oluverdi. Merkez Bankası Başkanı en son haberdar oldu. Sonuç kötü mü oldu? Konu bu değil.
Kapitalizmin “piyasayı düzenleyen kurallar” ile ilgili vaz geçilmez ısrarı hiç bir dönemde ve coğrafyada unutulmuş değildir. Bir dönemin “bu sömürgeyi önce ben kaptım” türü alışkanlığı kolektivizmin makinelerinin durması sonrasında rekabeti kendi içinde gerçekleştirecek düzeni inşa etti. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu, Orta Asya, Güney Asya, Kuzey Afrika, Orta Afrika gibi coğrafyalar serbest piyasa ekonomisinin canlılığına karşılık veren yerler haline dönüştürülmeye çalışılıyordu. Geniş coğrafyalar ve değişik toplumlar birer piyasa konumuna geldi. “Oralarda iş yapmak gerekir, hem de onların lehine olur,” türü söylemlerle piyasalar düzenlenmeye başladı. Belki de lehinedir!.. Peki, sonraki adım ne olacak?
Küreselleşme ortaya çıkınca karşısına tank veya tüfek çıkmadı; kızlı erkekli dövülebilen gençler çıktı. Seattle’daki 1999 Dünya Ekonomik Forumu’na protesto eylemler modern Robespierreleri canlandırdı. Sokaklar yeni tip devrimciler ve karşı-devrimcilerle doldu taştı.
Küresel terör ağı El-Kaide’nin yaptıklarını da bilemiyorum! Bilen var mı acaba? Ama 11 Eylül’den sonra Afganistan’a harekat yapıldığını çoğumuz gördük. Üstelik Amerika dünyada bundan böyle savaşların terör savaşları olacağını ilan etti, silahlanma siparişleri buna göre verildi, Home Land Security teşkilatları kuruldu, buna ait Hollywod filmleri çevrildi. Siber Savaş karargahları inşa edildi, buralardaki çalışan personel sayısı bildiğimiz savunma bakanlıkları personelinden fazla oldu. Human Intelligence (İnsan İstihbaratı) türü diğer istihbarat türlerinden fazla önemsendi. Arada bir sistem kendini kontrol etsin diye sahte kahramanlar piyasaya sürüldü ve kontrollü bilgi sızmaları gerçekleştirildi, tepkiler alındı, anlayışlar törpülendi…
Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra, Körfez Savaşları, Afganistan Savaşı ve diğer çatışma ve savaşlarda yeniden yapılanma (reconstruction) süreçlerini finanse etmek adına ABD Merkez Bankası ilave ne kadar Dolar basıp piyasaya sürdü, ben bunu hiç bilmiyorum. Ama ortalık “gıcır” Dolarlarla doldu bir süre. Dolar bolluğu oldu. Sonra da Dolar daralması yaşadı küresel piyasalar. Şimdi bile durum bir ölçüde böyle. Kim karar veriyordu bütün bu işlere, “FED” deyip işin içinden çıkmak mümkün ise, ben de kabul ediyorum.
Turuncu devrimler gördük. Baharlar geldi, çiçekler açtı… Sosyal medya ile etkilenen birçok ülke oldu. Kimlerin desteği ile bu işler hızlandırıldı, ben bilmiyorum.
Belki bilebildiğim şu: Örneğin Google’un veya Microsoft’un sahipleri istese dünyada geniş bir coğrafyayı üstündeki varlıklarla birlikte satın alabilecek güçte. İyi de onlardan daha zengini yok mudur? Bilmiyorum, Fortune Magazine’nin listelerine aldanmakla kalmıyorum; ama “çoktur” demek geliyor içimden…
Carl Popper, “Küresel yoksulluğa çare, her toplumun tüketimini artırmasına bağlıdır,” diyor. Tüketsinler ki üretilsin, üretsinler ki iş sahibi olunsun… Yoksul ülkelerin de birer tüketim toplumu olması için bir dönüşümü işaret ediyor. Kim bu yoksul, tüketecek malı olmayan ülkeler? Çoğunluğu Afrika mı? Sömürgecilik ve Soğuk Savaş sancıları, enerji yolları güvenlik işleri bitti, şimdi gözler Afrika’ya mı çevrildi. Bu sıralamaya kimler karar veriyorlar? Tony Blair, “Dünya güvenliği için eğitim,” diyor ve başta Afrika olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine okullar açıyor. Ne güzel! Ben eğitimin yararlı olduğuna inananlardanım.
Eğer küreselleşme ilanından sonra ve bu çapta üretim-tüketim, eğitim-öğretim, çatışma-karşı koyma türleri yönlendirildi ve bütün bunlar kendiliğinden oldu ise; ne mutlu bize! Peki, bunca şey değişiyor da bu bir “yeni küresel devrim” değil mi?
Birbiriyle konuşan akıllı robotlar, 3D printing, yapay zeka ve diğerleri… Bugün bilim ve teknoloji bu alanlarda ürün yaratıyor, piyasanın kabul edebileceği fiyatlara erişmeye çabalıyor. Ufukta şu var: Evleri robotlar inşa edecek; uzayda istasyonlar çoğalacak; içine ederi konduktan sonra, “Bana uygun bir spor ayakkabısı,” denip anında kiokstan ayakkabı edinmek mümkün olabilecek…
Enerji kaynakları değişiyor, yenilenebilir enerjiden daha iyi verim elde etmeye eğilim fazla gözüküyor; amaçlardan biri de kendine yeten ekonomik alanlar yaratmak. Üretim ve tüketim alışkanlıkları değişiyor. İnsanların günlük hayatları değişiyor. Eğlence şekilleri, sosyal olma biçimleri değişiyor…
Her yönüyle kendine yeterliliği olan nüfusu yüksek, küresel sistemin çalışma şeklini tamamen özümsemiş yüzlerce mega-kent olacak. Devlet yapıları ve ulus sistemleri zayıflayacak. Liderlik şekilleri şimdiden farklı olmaya başladı bile. Yönetim şekillerinin mevcut haliyle kalmasını beklemeyiz herhalde!
Sorun finansın nasıl döneceği mi? Ben en azından şunu düşünüyorum: Finansın belirli çevrelerin elinde sıkı sıkıya tutulmasının amacı dünyayı yönetmek değil miydi? Devlet organizasyonları bile güç birliği yapan birer büyük işletme değil miydi? Eğer dünya başka şekillerde yönetilecekse ve belirli çevrelerin finans sıkıntısı da yoksa; o halde mevcut düşüncelerle bakıp endişe duymaya ne gerek var? Yönetmenin güç unsurları ve yöntemleri değişecek, asıl konu bu olsa gerek!
Hem küreselleşme öncesi, devlet çatıları dahil küresel zengin sayısı yüz ise bugün oldu örneğin on bin. Onların da kendi aralarında bir piramidi vardır, bilmiyorum! Bence bu bir düşünce: O seviyedekiler için para zaten insanları yönetmek için ortak bir güç unsuruysa ve Francis Fukuyama’nın betimlediği gibi “Tarihin Sonu” geldiyse, küresel medeniyet para ile yönetilme zorluklarının üstüne aştıysa, biz neden bugün finansmana yer bulacak denklemlerle uğraşıyoruz? Yeni devrimin güç unsuru para olmaktan çıktı!
Şimdiden “bir küresel yeni yönetim” şeklinin teşkilatlanacağı görülüyor. Ama görülemeyen ne? Bütün bunları kim önceliklendiriyor? Süreçler salt piyasa mantığıyla kendi halinde mi gelişiyor? Gelişmeler kendi halinde olursa, bir kontrolsüzlükten bahsedilemez mi?
Tarih bize şunu gösterdi: Lokal ve bölgesel geçici kaos süreçleri mümkündür ama küresel bir kaos söz konusu değildir. Büyük değişimler bedeli olmakla birlikte gerçekleştirilebilmiştir. Bundan sonra da böyle olacaktır. Bundan dolayı, “Küçükleri zaten öyledir veya çok önemli de değildir ama büyük değişimler önemlidir ve kontrollüdür,” diyebilir miyiz?
Her şeyi düşünen ve düzenleyenler kimler? Bilemiyorum. Piyasaları düzenleyenleri az çok görebiliyorum ama daha arka planı seçmek bir hayli güç. Bir yerlerden, “Küresel olarak yeni-liberal düzen inşa edile!..” diye bir ses duysam, merakla işaret edilen yöne değil, sesin geldiği yöne dönerim; ne göreceksem? Merakım belki de J. K. Gibson-Graham’dan geliyordur. “Kapitalist Sonrası Politika” isimli eserinde Gibson-Graham, “yeni-liberal sistemin, ekonomiyi insanların yönlendirme ya da dönüştürme yetisini aşan bir güç olarak, doğallaştığını” işaret etmesi ve bundan kaygı duyması boşuna olmasa gerek. Bizler tarafından doğalmışçasına algılanan bu dönüşümün fikir babası kimdir, kim yön gösteriyor?
Bu süreçler sıradan insanlar tarafından bütünüyle nasıl farkedilebilir, mümkün müdür? Bir de bakılır sabah yeni bir başkan, yeni bir ekonomik-politik sistem… Değişimin kurgusuna direnmek de ayrı bir güç ister. Ortalık yeni-jakoben veya yeni-jön kaynıyorsa ve bunlar bir şekilde destekleniyorsa, değişim gelir çatar. İnsanlar haklıyı-haksızı, gerekliyi-gereksizi, öncekini-sonrakini, doğruyu-yanlışı, sağını-solunu şaşırır; bildiklerini unutur, kavramlar başkalaşır…
Değişim bu! Fransız Devrimi gibi ama bu kez küresel. Her şey görünürde “kendi doğallığında” olur biter, sonra “Su akar, yolunu bulur!” deriz değil mi? Çünkü hayat devam ediyor.
İnsan çok iyi uyum sağlayan bir canlıdır. Yapay ve sanal olana gerçekmişçesine uyum sağlayabilir. Bu kendinde var olan özellik gereğidir.
Devrimlerde devrilen ve yerine gelen bilinir; sebepler ve süreçler unutulsa da yeridir. Devrimci yöntem geçmişle pek ilgilenmez, kayıpları umursamaz; yeni dönemin getirileriyle uyum sağlamaya odaklanır.
Yazı boyunca, “… ben onu bilmem, bunu bilmem,” dedim. “O konulara sen de pek bakma, ne değiştiyse ona bak, geç…” diyeniniz de çıkacaktır. Olabilir. Ama insanlık süreçlerinin tümüne bağlı bir sorumluluk işidir ve amacı maddi çıkar peşinde koşmak değildir.