egemen-millet
Egemen Millet

Egemen Millet

30 Temmuz 2017
Okuyucu

Türkiye 15 Temmuz’u yaşadı. Umarım hemen herkes kendine göre ders çıkarmıştır. Burada daha az tartışılan konular hakkında bir daha durumu gözden geçirmek yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Bu anlamda konunun “Güvenlik ve Politika” ile “Asker” hakkındaki kısımlarına önceki yazılarla açıklık getirdiğim. “Egemen Millet” başlığındaki bu metni de öncekilerin devamı olarak okumanızda yarar görmekteyim. Özetle son altmış yıldır dünyada ve Türkiye’de yaşanan süreçler kapsanmaktadır.

Bu kapsamda güvenliğin ana aktörü olduğu halde istihbarat konusunu irdelemiyorum. Başka yazılarda değindiğim oldu. Aslında başat güçlerin istihbarat servislerinin her dönemdeki faaliyetlerine bakarak Türkiye’deki oluşumları anlatmaya kalksak çok daha ilgi çekici olur. Yine de şunu söylemeliyim, Türkiye ile çok oynandı, oynanmaya devam ediliyor. Hatta, örneğin dominant istihbarat teşkilleri teçhizatı, tekniği, eğitimi ve irtibatlarıyla bizim istihbarat birimlerimizin olumlu-olumsuz yönlerine bir bakıma dahildir. Adım adım kara günlere giderken bu konuları aklımızdan kaçırmamız gerekir.

Vaktiyle Terörizmle Mücadele Dernekleri nasıl kuruldu ise Yeşil Kuşak stratejisinde de ülkede bazı dini uygulamalar bir biçimde desteklendi. Yıllar önce Gülen’in kimler tarafından desteklendiği bugünlerde daha açık görülmektedir, itirafçılar çıkıp anlatıyorlar. Bu tamam, ya başkaları? Asıl tehlike bilmediklerimizden veya iyi bildiğimizi zannettiğimiz halde kontrolün başkasında olduğu noktalardan gelenlerdendir. Bugün adı çıkmadığı halde benzer projelerle geliştirilmiş dernek, kurum vs. yerler, aynı veya değişik isimlerle halen FETÖ gibi faaliyetteyse, aslen devletin dikkate alması gereken noktalar tam da buralarıdır. O zaman her yönü ile mevcut ve mutasavver tehditler ile potansiyeli dikkate almak gerekir. Bunu kim yapıyor dersiniz?

Şimdi gerilere gidelim ve sinsice geliştirilen kötülükleri ve bunlara imkân veren bataklıkları gözden geçirelim; ki sonra olacakları da buna göre ifade etmemiz mümkün olsun. Geçmişe bakıp, yaklaşık altmış yıldır olanları ülke, devlet, politika, güvenlik, askerlik vs. kavramları göz önünde tutarak ve doğru bir kritik yaparak okumak gerekmektedir. Bu son altmış yılı üç ayrı döneme ayırarak açıklamak isterim.

Son altmış yılın ilk döneminde bir tür özden yabancılaşma ve asker içindeki üst makamlara seçilmişlerde kibirli olma hali yaşandı. Konu kapsamındaki kişiler için her ne kadar vatan-millet mevzuunda sorun yoksa da etik içerikte bir kendini beğenmişlik, bu da yetmiyormuş gibi, biraz burjuva özentisi tavırlar göze çarpar oldu. Bu tavır değişik devlet dairelerinde, siyasetçilerde ve bürokrasinin önemli bir kısmı olan askerde de görüldü. Sadece bürokratla ilgili değil, eşleri arasında da görülmeye başlandı. Bürokrat bu içten bozulmayı kendisi tamir edemedi. Çünkü cazipti. Güç böyle bir şey! Mümkün olabilecek tamir sürecinde başka nedenler bu duruma engel oldu. İlki, en üst düzeydekilerin hukuki muafiyetlerinin mevcudiyeti ve ikincisi, ara sıra rejimi tehdit eder girişimlerinin bir vakıa olması. Kendilerini erişilemez görenler oldu, hiç çekinmeden söyleyelim. Bu iki faktör etkili olmuştu. Bunlara ilave etkiler de akla gelebilir. Örneğin bazılarının yabancılar tarafından öne çıkarılmaları ve korunuyor gösterilmeleri. Bu süreci Soğuk Savaş ile de hatırlamak yararlı olabilir. Bu özeleştiriyi yapmak gerekiyor. Çünkü daha sonra gelen bazı yanlış adımların tetikleyicisi bu bozulmadan kaynaklandı.

Bu dönemlerde Amerika’da kurs gören Türk askeri ve istihbaratçısı bir hayli fazladır. Ayrıca kurs görenlerin tamamı daha sonra terfi etmişler ve belli önemli yerleri işgal etmişlerdir. Ben burada ayrıntıya girip isim vermek istemiyorum. Şöyle düşünülmelidir; o tarihlerde ve daha sonra da devam eden şekilde, ABD’de kurs görüp belli yerlere gelmeyen asker ve istihbaratçı yok gibidir. Başka bir şey daha, siyasete dahil olan askerler ile demokrasiyi kesintiye uğratan türde her türlü dış destekli müdahaleyi yapanlar, bu başlık altında düşünülmelidir.

O zaman bir sonuç çıkarmak gerekmez mi? Denklemde eşitliğin bu tarafındaki o zaman “x” idi, bugün “y”, ama eşitliğin öteki tarafındaki “z” hiç değişmedi. Bu eşitlik Marshall yardımları, NATO süreci, vs. dönemlerde değişmedi. Hatta Devlet Planlama Teşkilatı gibi ülkenin en büyük projelerinin yapıldığı kurumda çalışanlar da sürekli yurtdışı ile irtibatlı olmuşlar, okullarda okumuşlar, memuriyet yapmışlar ama en sonunda politika ile bir yerlere gelmişlerdir. Bir de asker, politikacı vs. dedik ama bunun toplumu hazırlama kısmında rol alanlar var, onları da hatırlamak şarttır. Gazetecilik yapan ve sonra bir kısmı televizyoncu olan medya çalışanlarını da dikkatten uzak tutmamak gerekir. Bu kapsamda öne çıkan isim çoktur. Konuya böyle bakmak doğru olur. Bu Türkiye gibi ülkelerde benzer biçimlerde örneklikler içermektedir. Bundan sonraki dönemlerde de bu dış etkiyi görmemek safdillik olur.

Tekrar edeyim, yabancı okullarda okumak yanlış değildir, hatta iyidir de. Özellikle başat güç olan ülkelerde ileri teknikleri öğrenmek şarttır. Burada mesele edilen hazmetme konusudur, yurdunun insanına uygun olmayan tavırlar sergileyenlerin var olup olmamalarıdır. Başat güçlerle işbirliği yapıldığında bu kesimin tercihlerini yeterince ülke menfaati doğrultusunda değerlendirip değerlendirmemeleridir.

İkinci dönemde bir sorgulama süreci meydana geldi. Bu süreci de PKK terörüyle yapılan mücadelenin arttığı dönem olarak hatırlayalım. PKK’nın içeriyle ilgisi yanı sıra dışarıyla ne denli ilişki içinde ve taşeron bir örgüt olduğu, eğer politikacılar tarafından baştan dikkatlerden uzak tutulup daha sonra idrak edildiyse, bunun da dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir. Çünkü kayıp ülkenin zamanı, değerleri, huzur ve refahıyla ilgilidir. Dışarıda, özellikle Yugoslavya’nın parçalanmasıyla meydana gelen Balkan Savaşları, uluslararası müdahaleler, yani mikro-milliyetçilik hareketlerinin somutlaştığı dönemdi. Bu dünyanın diğer taraflarındaki mikro akımlar için birer kaynak teşkil ettiğinden önemli idi.

Bu dönemde Küreselleşme, Liberalizm, Bilgi Çağı ve diğer kültürel şok dalgaları gereği hemen her şeyden herkesin haberdar olması ve bazen de çöp diyebileceğimiz bilgilerle insanların sürüklenebildiği konusu önemli birer faktör olmaktadır. Örneğin yukarıda bahsedilen bazı etik bozukluklardan ortaya saçılan olumsuzlukların saklanabilecek türden kısımları bile hemen gün yüzüne çıkarılması mümkün olabiliyordu. Bu süreçte askerlikten bihaber olanlar, hatta askerliğe karşı olanlar, askeri her fırsatta eleştirmek isteyenler, bozulmadaki konuları da gerekçe göstererek fırsatçı bir yaklaşıma girdiler. Tabi bunda 27 Mayıs zihniyetinin, tecrübesinin, her ne derseniz deyin, etkisi büyüktür. O zamanın travması atlatılamamıştı. Demokrasi bile kaygan bir zemindeyken sosyo-ekonomik hareketlilik sürekli günlük yaşamı dalgalı halde tutuyordu. Bu ortam insanları tedirgin ediyor, birbirlerine düşmanlık besleyenlerin ise işini kolaylaştıran bir ortamı sunuyordu.

Üstelik asker bu dönemde önemli bir işle meşgul idi. PKK ile üst düzeyde mücadele veriyordu ve hatta hatırlanacağı üzere, bu mücadelede PKK’yı marjinal hale getirmişti de. Bu bağlamda PKK’nın destekçisi yabancılar gizliden gizliye sivillere ve önemlisi politikacılara, sürekli “asker yanlış içinde” mesajı veriyorlardı, ikili oynuyorlardı. Askeri müdahalelerle birlikte politikacılar bunu vesayet şeklinde çoktan tanımlamıştı bile. Politikacılar kendine ait askerinin içindekileri düzeltmek yerine, bu vesayet sözüne odaklanıverdi. Politikada beklentisi olan kesimler bu durumu kendi varlık mücadelesi olarak gördüler. Bir tür “iç sorunun kronikleşmesi” hali bu anlamda yerleşmiş görülüyordu. Politikacılar ortaya çıkıp yabancı istismarcılara, “Size de ne oluyor? Bu milli bir mesele…” demediler.

Dikkatinizi çekmiştir, bu anlatımda iş daha da karmaşık hale gelmesin diye, özellikle asker için önemli olan Atatürkçülük, Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, vs. önemli konulara değinmiyorum. Çünkü bu tür konularda bile ülkede bir kavram karmaşası yaşatılıyordu, kutuplaşmalar-kutuplaştırmalar söz konusuydu. Örneğin Fransa’da bir başka anlam aranmazken, Türkiye’de milliyetçilik ile ulusçuluk başka algılanıyordu. Cumhuriyetçiliği bugünün CHP misyonu ile özdeşleştirenler bulunuyordu. Ülkede vatan konusunu işleyenlerin bir kesimi örneğin İşçi Partisi’nin adını Vatan Partisi’ne çevirmişlerdi. Demek ki kavramlar önemsenmekteydi. Atatürkçülük ise hiç olmaması gereken tartışmaların konusu haline getiriliyordu. Hakaretlere varan işler meydana geliyordu. Okurken sizler anlatım içine bu konuları yerleştirebilirsiniz. Bu hatırlatmayı, özellikle bu paragraftan sonraki süreçtekileri eşleştirmeniz için önemsemenizi istediğimden yapıyorum.

Şimdi gelelim üçüncü döneme, buna Siyasal İslam’ın olumsuz etkileriyle etkinleştirildiği dönem demek doğru olur. Bilindiği gibi İbn-i Haldun (1332-1406) “Mukaddime”de Aklî Siyaset ve Dinî Siyaset ayrımını yapar. Bu ayrımın amacı başkaydı. Sonra bugünkü anlamda Siyasal İslam terimini ise ilk Mısırlı Sayyid Kutub (1906-1966), sonra da eski CIA direktörü ve Ortadoğu uzmanı Graham E. Fuller (1937-…) kullandı. Özellikle Fuller’den sonra Müslüman coğrafyasında sonra hiçbir politik argüman bu başlatılan süreçten kendini arınmış görmemelidir. Ama teorik manada Müslümanlar ile Batı arasındaki asıl parçalanma Samuel P. Huntington’un (1927-2008) “Medeniyetler Çatışması” ve Zbigniew Brzezinski’nin (1928-2017) “Büyük Satranç Tahtası” çalışmaları ile başlatıldı. Teorik altyapı üzerine politikacılar kendi seçeneklerini ortaya koymaya başladılar. Sovyetler çöktüğüne göre dünyada insanlara başka bir düşman tanımı gerekmekteydi. Müsait olan ne var diye aramak için zorlanmadılar herhalde…

İçinde “İslam” sözcüğü geçen tanımların Batılılarca özellikle kullanılması gerçeği ortadadır. Örneğin “İslami Cihat, İslam Devleti, İslami Terör…” Bu tanımlardan aslında insanlık ama esasen Müslümanlık zarar görmektedir. Bu da bir gerçektir. Elbette bu konu askerlikle ilgili değildir. Hal böyle olmasına rağmen jeopolitik, risk ve tehdit değerlendirmelerinde ucu askere dönen konular olmaktadır. Tam tersine durumda, her fırsat çıktığında savunduğu düşünce sistemi doğrultusunda kendini askeri eleştirme noktasında gören kesimler bu noktayı nazardan kaçırmamalıdır.

Bir ana proje haline dönüştürülen bu meselede, her Müslüman ülkede asıl ve yan katalizörler, özelliğine ve iç dinamiklerine binaen yaratılmıştır, isimleri değişiktir. Hatta katalizörlerin “radikal” veya “ılımlı” olmaları dahi bu proje içinde özellikle yaratılmıştır, ki kendi içinde kutuplaşma imkânı bulabilsinler diye. Belirgin biçimde özellikle FETÖ bu teze dahildir.

Bu dönemde FETÖ ve onunla çıkar ilişkisi içinde birliktelik yapanlar sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hareket başlattılar. Bu dönemde kamu ile ilgili hemen her konuda ama aslen adliyede, mülkiyede ve medyada büyük bir çaba içine girdiler. Özellikle emniyeti ve adliyeyi birer örgüt haline dönüştürdüler. Diğer yandan çeşitli biçimlerde toplanan paraların kullanılması ile içeride ve dışarıda ticareti hızlandırdılar. Para çok, hukuk uyduruluyor, arkanı kollayanlar da var, daha ne olsun, değil mi? Ülkenin sosyal bakımdan orta direğini kalkındırır biçimde görülen bu hareketlenmeler elbette politikada da potansiyel kazanmak demek oldu.

Ya askerin konumu? Asker içten içe dönüştürülme sürecindeydi ve etkilemelerle hızlanma imkânı buldu. Dolayısıyla üçüncü dönemin başında FETÖ’nün bir proje ile başlattığı, uzun süre içinde adım adım geliştirdiği süreç bir anlamda askerin güç kaybı manası taşıyacaktı. Örneğin Kumpas Davalarını düşünün, bu dönemde askerin itibar kaybetmesi için ülkede ve hatta yurtdışında birçok kesim el birliği etmişti, bunlar unutulmamalıdır. Vesayet kalkacak derken başka konular buna dahil edilmişdi. Dünyada dördüncü, NATO’da ikinci büyük ordu ne yazık ki bu taşeronun elinde zayıflatılmaya itiliyordu. Bu beka konusunda ciddi bir önlem alınmadığı gibi görmezden gelmek dahi söz konusu oldu.

Şimdi Türkiye’nin Ortadoğu’daki hareketlenmelere ve küresel terörün daha belirgin geliştiği küresel ve bölgesel konjonktüre bakarak kısaca düşünelim. Neler yaşandı? Körfez’de savaşlar, Arap Baharı türünden değişimler, 11 Eylül, El Kaide, Afganistan, Pakistan, Libya, IŞİD, son dönemde Irak’taki ve Suriye’deki süreçler. Türkiye’de iktidar mücadelesi veren ve uzun yıllar daha çok Türk-İslam tezi ile yetişmiş olan kesimlerin politikada öne çıkmaları sürecini dikkatlerde tutalım. Aslında bu süreç, dünyada Küreselci akımın her detayındaki özellikle politik, ekonomik, medya, siber ve dijital yöntemlerle ve daha çok öne çıkan baskın etkisiyle birlikte okunmalıdır.

Hatta bu Globalism konusu temelde bir çelişkidir. Dünyanın küre biçiminde olmasındaki basit anlatımı dışında, insanlığın planlı-projeli tek bir yönetim sistemine doğru kaydırılmak istendiği “ideal” vardır. Buna ben diyeyim ideoloji, siz deyin dini akım, başkası desin kaçınılmaz gidişat; bugün memlekette bunu dahi çözememiş, konuyu sıradan gören pek çok entelektüel vardır. Bu gibi düşüncede olanlar politikalarını da doğru bir zemine oturtamazlar.

Tanımlamaları doğru yerlere koymamız gerekiyor. Bilindiği üzere jeopolitik, stratejik, konjonktürel o kadar önemli gelişmeler var ki, her biri ayrı bir tez konusudur. Ama şu kadarı açık herhalde, askerin içinde kendi vazifesine bakmak isteyenler ile bunun dışındaki işlere bakmaya eğilimli aklı karışmışların çoğalmakta olduğu bir dönemdeyiz. En basit şekliyle şu tür bir cümle kurmak yerinde olacaktır: (Basitçe) işte bu tam bir istismar alanıdır.

Bu hasma ait “hassas ve zayıf taraflar” konusu önemlidir. Meslek sahipleri bilirler, istihbarattın kitabında bu gibi noktalar “istismar edilecek alanlar” olarak işaretlenirler. Çünkü yabancı servisler acele etmeden ve riske girmeden bu noktalar üzerine yoğunlaşırlar. Fiili gerçekleştirenler ise o toplumdan olanlardır. Hele soft power yöntemlerinin daha çok kullanıldığı bir çağda bu konu önemlidir. Taban, imkanlar, kaynaklar vs. vardır, ortaya konduğunda haklılık payı yüksek konular da vardır, o halde “hemen herkesin müdahil olabileceği” ve “hemen herkesin kendine göre haklı olabileceği,” doğal algısı yaratan ama “yapaylıklarla kontrol edilen süreçler” üzerinde oyun oynanır. Düzen kendi liderlerini ve kahramanlarını, tam tersine, hainlerini kendi içinde üretir, kimse “Bu gerçekten benim mi?” diye soramaz bile. Çünkü alenen işler ortadadır. Yabancı istihbarat uzmanı duruma bakar ve gerektiğinde sürece bir yapaylık daha katar, hepsi o kadar! Ortadoğu’da, en azından Mısır’da yaşanan süreçleri hatırlayın, tam da böyledir.

Doğrudan söyleyelim, en son olarak ülkede hep beraber neyi yaşadık? Bir darbe girişimi. Kim yaptı? FETÖ. Bu nedir/kimdir? Sapkın bir din istismarcısı. Peki, darbedeki aktörler kimler? Sivillerin yanı sıra tetiği sıkan hain üniformalılar. FETÖ sadece bir din istismarcısı değildir, aynı zamanda konumuzla ilgili olarak askerliği anlamından koparma işinde olan istismarcı bir örgüttür, taşerondur. Asker ise bu milletin tam da kendisidir. O halde darbe millete ve askerine yöneliktir, devlet araçtır ve paralel sözünün karşılığıyla da aslında kullanılmıştır.

Ülkede bahse konu bir proje haline dönüştürülen Siyasal İslam her türlü etkileşim içinde hareket ederek bir iktidar mücadelesi verdi mi? İktidar sözcüğünü de değişik boyutlarıyla algılayalım. Bu kapsamda “gerçek iktidar” ile “asalak iktidar” olma konuları Türkiye’de iyi bilinir olmuştur. Bunlar, “asıl devlet” ve “paralel devlet” sözlerinin bir başka açıklamasıdır. Eğer konu FETÖ ise kimlerin nerelere yapışıp sülük gibi kan emdiği bariz bilinmektedir. Başka örnekler verilecekse, kırk yıl içindeki gelişmelere bakarak, bunları da siz değerlendirin. Özellikle Siyasal İslam adı tam kullanılmasa da Ilımlı İslam kavramı içinde gerçekten veya asalakça bu proje kapsamında olanlar kendilerine fırsatını bulabildikleri alanlarda yer açmayı hak gördüler. Kendilerine nerede alan aradılar? Politika yapacaklarına göre önce buradaki yerleşmemiş dinamiklerde ve ülkede politikayı destekleyen hemen her alanda. Başka? İktidar yolunda engel görülen asker.

Nasıl inandılar?” diye düşündük durduk. Ama bu işler çok da garip gelmemeli, insan psikolojisi buna yatkın. Amerika bile vaktiyle bu tür tarikat konularını deneyimledi. Ben de diyorum ki bilim insanları bu konularda topluma dönük çalışma yapmalılar, bilim insanlarına da devlet bu konularda çalışmaları için inanmalı ve destek olmalı.

Kötü niyetliler, fırsatçılar, çıkarcılar ve istismarcılar şöyle düşündüler: Bir proje düşünün, içinde toplumun belli kesimleri ve “devlet içinde devlet” olsun. Bununla neler yapılmaz!.. Ortaya bir paralel örgüt çıktı ise proje kapsamında çıktı. Paralelciler devletin kurum ve kuruluşlarını ele geçirdiler. Askere gelmeden önce sivil kesimlere ve asker harici güvenlik birimlerine sirayet ettiler. Örneğin en bariz biçimde Polis Akademilerinin, Emniyet Teşkilatının, Emniyet İstihbarat Dairesinin vs. hali malumdur. Tümüyle bu istismarcılar hukuk, idari yapı, istihbarat, operasyon, bilişim, propaganda ve medya alanlarında söz sahibi oldular.

Askerin içindeki muharip olmayan kesimlerden özellikle “personel” gibi görevlere bakanlar, bu anlamda her boyutuyla kullanılmaya başlandı. Personelciler atamalara, terfilere, özlük haklarına, kanun düzenlemelerine ve neticede insan kaynağına dayalı pek çok konuya karar verdiği için, üzerinde çalışılan temel alan oldu. Kendilerine engel konulardaki değişimleri masum talepleri öne çıkarak bir bir yaptılar. Buradan eğitim kurumlarına sızdılar. Personel alımlarını etkilediler, alınan personeli işlemeye koyuldular. Oysa bu süreçte muharip asker ülkeyi çeşitli belalardan korumaya odaklanmıştı. Eğer Milli Güvenlik Kurulu vesilesi ile devletin bekası işlerindeki konulara bakılırsa da ülkeyi koruma görevini üslendiler. Bu kapsamda içeride iki tehdit unsuru vardı: Bölücülük ve irtica. Başlıklar bunlardı, altı ise açık biçimde doldurulmaktaydı.

Personelci istismarcılar daha başka neler yaptılar? Uygulamada çok detay var. Örneğin astsubaydan subay olma, sivil kaynaktan muvazzaf subay alma vs. Milli Savunma Bakanlığı içinde görülen bazı konular personelcilerin dışarıdan destekli çalışmaları ile pişirilip Meclis’e getirilmekte ve kanunlar hızla çıkarılmaktaydı. Askeri okulların öğretim ve yönetim kadroları ile sınav-mülakat komisyonları ele geçirildi. Askeriyeye sivil memur alınacak, buna bile çeşitli düzenler yaptılar. Sorular verilirken diğer taraftan personel-öğrenci seçim ve alımlarındaki mülakatlar birer süzgeçmişçesine kullanıldı. Bütün bunlar dikkatlerden kaçıyordu. Küçük işler gibi görülüyordu. Hiç de küçümsememek gerekir! Bu örgüt komuta kademesinde zaafı olanların bir anlamda kendilerine esir alınmalarını bile ayarladı. Zaaflarını tehdit unsuru olarak kullanabilecekleri değişik belgeleri ürettiler. Belge üretimlerini devletin kurumlar içinde, devletin teçhizatını, teknolojisini kullanarak ürettiler. Bazı hizmet alanları kalite ve etkinlik gibi kavramlar kullanılarak el değiştirdi. “Bu hizmeti sivillere verelim, asker savaşsın,” dendi. Tam da bu yaklaşımlar askerliği içinden sarsacak düşüncelerin gelişmesinde kazanım alanları olmaktaydı. İlerlemeyi bu tür başka alanlara saçarak askerliği özden uzaklaştırıyorlardı. Halbuki altı oyulanlar basit gibi görülse de temelde beka konularıydı.

Sonra istismarcılar lojistik alanların yönetimine sızdılar. Burada muslukların başında karar verici oldular. Kimse bu konulara odaklanmıyordu. Bu arada eğitim kurumları Harekât Başkanlıklarının idaresinde olduğundan, bu alana nüfuz ettiler. Eğitim alanı harekatın idi ama uçları muharip değildi. Savaşanlar yine asıl iş ile meşgulken insan kaynağı ve lojistik konularının tümüne yakın kısmı el değiştirmişti. En sonunda sıra operasyondakilere ve komuta merkezlerine gelecekti tabi! Çünkü insan kaynağı yeterli elemanı (sapkını, müridi, başka yöntemlerle de olsa siyasete bulaşmış zihniyeti…) yetiştirip sistematik olarak öne çıkarmıştı bile. Yurtdışı görevlerle parlatılanları dikkatle incelemek yeterlidir. Komuta kademelerine gelme süreçlerinin usul düzenlemelerinin yapılması süreçlerine de iyi bakılmalıdır. Harekatın ve istihbaratın içine başlangıçta istismarcı, ama daha sonra belirgin biçimde hain olanlar yuvalanmışlardır. Sonrası ise malum; hedefi belirleyenlerle tetiği sıkanların yaptıkları ortadadır.

Sağlam insanlar askerliği nasıl görüyor, ama sapkınlık nelerle ilgileniyor!..

Bu arada şu her konuya özellikle “millet ve milliyet” kavramıyla bakanlara değinmek gerekiyor. Unutmayalım ki Türk-İslam sentezi bütünüyle bir başka inceleme konusudur. Ben bu tezi taşeron zihniyetlerle kullananlara dair konu ediyorum, aslına değil. Her vatanını seven için damarlarındaki kanı alevlendiren konulardır bunlar, adeta bir varlık-yokluk meselesidir, hatta asker için bir savaşma meşalesidir ve sancaktır bu tip söylemler. Ama istismarcılar bu kavramların altındaki masumiyeti de yok etmişlerdir, hem de çok önceden ve kötü olan da budur! Asker içinde, sözü edilen sapkın-dinci kesimin hemen yanında, kendini milliyetçi gösteren pek çok kişi, maalesef en sonunda görülmüştür ki FETÖ’ye hizmet eden olmuşlardır. Bu asker içinde böyledir. Halen politik sahnede yer tutan ama bir şekilde FETÖ ile iltisaklı olmayan veya görünmeyen, sadece Türk Milliyetçiliği ve İslamcılık ile bilinen, süreçler içinde yetiştirilmiş pek çok kişi, bugün için kendilerini kamufle etmeleri şöyle dursun, aslında özündeki “asker” değerine çok yönüyle zarar vermiş olanlardır. Bu çelişkiyi de görmeden geçmemek gerekir.

Süreçlere ve askerliğe tam da olması gereken yerden bakanlar için durum budur. İşaret etmek istenen noktayı belirginleştirmekte yarar vardır. Tarihsel perspektifte düşünebilen ve toplumun her kesiminden olan, kendini konuların merkezine koyabilen, sorumluluk sahibi, bu ülkenin özündeki insanlarından bahsedelim. Politikaya sadece oy verirken kulak veren, temel değerleri uğruna öl denince seve seve hayatını feda edecek olan, sapkınlıklardan uzak insanlar var, öyle değil mi? Peki, bu insanlar neden saf dışı tutuluyorlar? Her şeye rağmen, asker veya sivil olsun, özdeki bu kesim tüm temel değerlere herhangi bir zarar gelmemesi adına, bekayı göz önünde tutarak, bilinçle, duruma vakıf bir biçimde konumunu muhafaza etmektedir. Etmek zorundadır da. Asıl olan budur. Yine bu insanlar, belli konular için bazı hassasiyetleri değerlendirerek, bütün istismar noktalarını gözeterek, kendilerini verilen kararlara hassasiyetle bakmak zorunda görmekteler.

Önemlisi, her şeye rağmen ülkeye olumlu katkı yapmak şiar edinilmelidir. Örneğin, çok büyük bir ekseriyeti bariz halde masum oldukları halde, Kumpas Davaları ile bir nevi ötekileştirilen bu ülkenin insanlarını unutmayalım. Ancak konunun gelişimi açısından bu davalar milat değildir, bu davalardan önce saf dışı bırakılan askerler de unutulmamalıdır. Örneğin hainin biri itiraf edince anlaşıldı ki; Kumpas Davaları öncesinde de tasfiyeler bir gerçekti ve o duvarları yıkmakta güçlük çekmeyenler daha sonra kumpasları daha rahat kurabildiler. Ancak kimse o hassas dönemin detayını öğrenmek istemedi! Hatta o dönemde askeri yıpratmak için propaganda malzemesi üretenler üzerine devlet engel bile olmadı. Belki de devlet paralelliğin tarifini henüz yapmamıştı…

Şimdi asker nelerle meşgul? Katar’da asker üssümüz var. Sınır dışında değişik yerlerde başkalarına eğitim ve lojistik desteği veren birimlerimiz var. Suriye’de bir cep-bölgede harekât yapan operasyonel gücümüz var. Irak ve ülke içinde süren PKK ile mücadele var. Üzerine basmanın ötesinde eli-ayağı silahının menzili ile değişik alanlara ulaşan deniz, hava ve özel gücümüz var, bu menzilde yapılan operasyonlar var. Bunun üzerine bünyedeki FETÖ ile bitmemiş bir sorun var. Ve son olarak, ki asıl konu bu idi, askerimizi olması gereken noktadan uzaklaştırdığının farkında bile olamayan, aklı tümden karışmışların neden oldukları hassas bir mesele var. Bu hassas konuda yeterince dikkatli olmaktan uzak kesim, yetişme biçimleri, görevleri ve politikaları itibarıyla davranış sergiliyorlar. Çıkış yolu var, örneğin empati yapmak, işi bilenleri ayırt edip onlara güvenmek, vs. Askerliği doğru anlamak şarttır. Yok yere bir aldanma içine girilmemelidir. Başka ne var? Başlangıçta dönemler halinde açıklanan gelişmelerin asıl konusu olan küresel, bölgesel, konjonktürel, stratejik ve jeopolitik konuların karşılıkları ile yüzleşme hali var. Acaba zayıflayarak (veya zayıflatılarak) mı bu noktaya geldik, yoksa güçlenerek mi? Önce bu soruya doğru bakmak gerekmektedir. Konu, “o yaptı, bu yaptı…” değildir; bu ülkenin bekası meselesidir ve asıl konu bu olmalıdır.

Gelelim FETÖ’nün kanlı darbe girişimin bazı önemli noktalarına.

Bir kere bu işi sivil, güvenlikçi işbirliği ile gerçekleştirmişlerdir. Dış destek vardır. Sonunda tetiği çekenler bellidir. Milletine kurşun sıkan asker görünümlü teröristlerin uyguladığı harekât planı Felç Stratejisi ile özetlenebilir. Stratejiyi taktik sahada uygulamalarında eksiklikler vardır, iyi ki de böyle olmuştur. Bu sözde askerlerin amirleri sivil imamlardır, abilerdir. Hiyerarşinin tepesinde her şeyi onaylayan elebaşı Fethullah Gülen’dir. Öyle görülüyor ki, uluslararası düzlemdeki darbe yapma fikri, politikaların dengelenmesi, eylem tarihi ve ana çatısı Pensilvanya-Ankara arasında planlanmış, sonra Türkiye’deki, daha çok Ankara’daki uygulama için detaylı planlama aşaması gerçekleştirilmiştir. Belli gruplarla planlama ve hazırlık süreci yapmışlar, planlarını birkaç kez gözden geçirmişler, acil değişen hallerde ise karar değiştirme mekanizmasını işletmişlerdir. Ancak örgüt tarafından gizliliğe azami uyulduğu ortaya çıkmıştır. Yurtta Sulh denen saçma konseydeki üniformalılar, elebaşı Gülen tarafından onaylanmış kimselerdir.

Başka çıkarımlarda bulunalım: Bugün pek açığa çıkmasa da emekli askerlerin sivil imamlarla birlikte arka planda oldukları gözden uzak tutulmamalıdır. Bu menfur girişimin uygulamasının safhalar halinde olduğu değerlendirilebilir; ilk yönetime el koyma safhasından sonra devreye girecek ikinci ve üçüncü gruplar söz konusudur. Darbeye bir biçimde ortadan bakabilecek fırsatçılar en sonra saf değiştireceklerdir. Bunlar girişimin gidişatına göre darbecilere katılacaklardır. Başarısız darbeden sonra bunların çoğu kendilerini gizlemişlerdir. Hatta tam tersi görüntü sergilemekte ve dönek olduklarını belki bir tek kendileri bilmektedir. Maalesef bu Türkiye’deki sosyo-politik bakışın derin bir yarasıdır. Bu tavır daha önceki politik çalkantılarda da görülmüş bir şeydir. Sağlam bir duruşu olan insan sayısının artması beklenmelidir, değilse konu dikkatle incelenmesi gereken bir meseledir. Buradaki ayrıntıda şu var, elebaşı Gülen’in doğrudan müridi olarak yetişenlerin yanı sıra, çevresinde kendini uzun yıllar milliyetçi gösteren aklı karışmış kişiler de vardır. Yani darbecilerin hepsi “altın nesil” denen kanaldan, şakirt ve mürit değil, zaman içinde kandırılıp bu yola sokulanlarla da beslenmiştir. Darbe başarılı olsa idi yurtdışındaki kadrolar ikiye ayrılacaklardı, bir kısmı Türkiye’deki görevlere atanır gibi geleceklerdi, diğer kısmı ise sürmekte olan küresel faaliyetler (okul, ticaret, vs.) için Amerika’daki merkezlerinde görevlerine devam edeceklerdi.

Darbe gece 03:00’da başlasa idi belki de akşamüstü başladığından daha başka sonuçlar doğurabilirdi. Sonuçta darbe girişimi başarısız oldu. Ama Türkiye’nin arası bir ölçüde Amerika ve Almanya ile açıldı. Bu noktada değişik sebepler elbette var. Bunların her biri birleştirilerek okunmalıdır. Neticede konu uzun süreli ve jeopolitik çerçevede görülmelidir. Bu da bir sonuçtur ve olumsuzdur aslında! Eğer bir dış plan varsa bu durum birilerince öngörülmüş bir konu olarak not edilmelidir. Sonucu açıklamak şöyle mümkündür, uzun süredir araları çok iyi olan ülkelerin bir “güven bunalımı” yaşamaları söz konusu olmuştur. Bu güvensizliğin üzerine diplomasi başka yollarda işleyecek görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye ittifak halindeki ülkelerle çözebileceği bölgesel sorunlarla daha fazla performans göstererek ilgilenmek durumunda kalmaktadır.

Tartışmasız sonuçlar vardır. Mermiye doğru yürüyenler, tankların altına yatanlar, uçaklardan atılan mermilere tedbir bulmak için gözünü yukarılara diken bu aziz milletin fertleri kahramandır. Şu da açık, Cumhurbaşkanı Erdoğan milleti meydana davet etti. Millet sokağa çıktı. Bu darbe girişiminin diğerlerinden farkı burasıdır; darbeci kim olursa olsun ve amaç ne olursa olsun, öyle veya böyle, bu millet darbeye karşı durmayı ilk kez bilmiştir. Cumhurbaşkanı hiç taviz vermeden FETÖ ile mücadeleyi sürdürmektedir. Politik mülahazalardan arınarak söylersek, bu mücadele eğer Erdoğan olmasa idi zayıf yürürdü ve belki sonuç başka taraflara kayardı. Çünkü içeride ve dışarıda sürdürülen darbe girişimi sonrası propaganda ve diplomatik yöntemlerle ilgili savaş bir hayli etkili sürmektedir. Bunu dahi anlayamayanlar var. Esasen millet bu darbe zihniyetine karşı durdu. Eğer tersi olsaydı baştan sona bu mücadelenin bir tarafı eksik kalırdı, demek ki taban buldu. Buna karşılık FETÖ bu milletin ne vicdanında ne de mantığında taban bulabildi. Eğer bundan sonra bu terör var olacaksa hep “belli bir kesim” olarak kalacaktır.

Tetik sıkan askerleri mahkemeye sevk ettik. Dahası varsa onlar da yakalanacaklar. Bu mücadele devam edecek. Ancak darbeyi önleyen askerler de çok sayıda, bunu gözardı etmedik. Kışla içindeki darbecilerden çok Atatürkçü, demokrat, milletiyle barışık, hatta Türk milliyetçisi, gerçek terbiye ile yoğrulmuş asker bulunmaktadır, sapkınlar sapkınlıklarının örgütlenmesi ile hareket etmişler ve sonuçta duvara toslamışlardır. Dolayısıyla asker, darbeye geçit vermeyen aktörlerin başında olmuştur. Eğer önceki darbelerdeki gibi olsa idi, emir komuta darbecilere geçseydi, darbeye karşı duran insanların gücü yeterli olmayacak, çok kan akacaktı.

Darbe girişimi ABD, Almanya, İsrail vs. ülkelerin cesaretlendirmesi ile gerçekleşmiştir. Belki de bazı yabancı istihbarat servisleri devrede olmuşlardır. Bunu ispat etmek zor ama bilgileri hiç yok demek istihbaratın tanımını inkardır. Bu bağlamda istihbaratın tanımına bakarsak göreceğiz ki, özellikle MİT ve Emniyet İstihbarat bir biçimde bu işin içinde olanlarla ilgili sıkıntı yaşamış gözükmektedir. Elbette bunu ve yabancılarla ilgili kısımları kendi içlerinde çözmeleri gerekmektedir. Sonuçta zaaf, kontrolsüzlük ve çıkarcılık bu darbe sürecinin hazırlayıcı kavramlarıdır.

FETÖ ve bundan sonra benzeri yaklaşımlarla bu milleti zehirlemeye cüret edenler şunu bilmeliler: Bu örgütün vebali büyüktür, burası ne kadar açıksa devamı da açıktır ve bunun gibi yeni veballer ne dine ne de millete iyi bir gelecek sunar. Bu tür işler bir hayal ve macera konusu değildir, gerçeklerden uzak duranlar etraflarına zarar verirler.

Ama bu millet dedik ya, yapan da direnen de, asıl yabancı bunu bekliyordu; birbirimize düştük mü? Neyse ki bu badireyi atlattık. Benzer olaylarla karşılaşmamak için politikacılara ve idarecilere büyük görev düşmektedir. Sonrası durumda -strateji tabiriyle- durum üstünlüğünü adil değil de belli çıkarlara göre kullanmak, gelecek için toplumda başka yaralar açabilir. Adalet her şeyin üstündedir. Tehdit bellidir, yapılacaklar da bellidir. Bu durumda politika yapanların sorumluluğu büyüktür. Amaç, tam demokrasiyi en iyi şekilde sahiplenecek, kültürel derinliği kazandıracak politikaları gerçekleştirmek olmalıdır. Evet, 15 Temmuz bir ders çıkarmak isteyenler için içinde çok noktaları barındıran bir nevi tecrübe deryası olmuştur.

Demokratik bir ülkede inanç, mezhep ve ırk ayrımı temeli üzerine politika yapmak devleti kendi içinde çelişkili hale sokar. Bu tür bir çelişki ülkeyi demokrasiden uzaklaştırır. Demokrasi çarkları dönen bir devlette bütün boyutlarıyla birlikte hukuk, politikaya hizmet eden bir araç halinde kurgulanamaz. Devlet mekanizmasının güvenlik konusundaki işlevi ne refahtan ne de istikrardan ayrı görülür. Güvenlik kompleks bir sistemdir. Profesyonel asker eksiksiz özelliklerle donatılmalıdır. Asker tam demokrasi inancıyla hareket eder. Politikacılar kendi inançları, düşünceleri ve idealleri için çaba gösterebilirler. Ancak politika demokrasiye, hukuka, istikrara ve refaha rağmen yapılır ise bu tarz bir ülkede işlerin normal gitmesi mümkün olamaz, hele bu çağda hiç olamaz. Devlet selameti ve bekası için hukuk yapısını olduğu gibi askerini de politikadan ayrı tutmak zorundadır.

Askerlik, profesyonel askerlik, silah, taktik, vs. konuları yine en iyi asker bilir ama gerçekten asker olanlar; birilerine tabi olanlar değil! FETÖ deneyimi ağırdır ama bu badireden sonra doğru dersler çıkarmak gerekir. Yaklaşık altmış yıllık yapılan bütün hataları telafi edecek doğru bir yola girmek şarttır. Benzer hatalar asla kabul edilemez. Çünkü Türkiye merkezinde olduğu bu coğrafya bir hayli hareketli bir zemin üzerinde durmaktadır. Değişik kavimlere ev sahipliği yapmıştır ama imparatorlukları içine yutmuştur. Dolayısıyla coğrafyanın özelliği gereği, burada sağlam durmak önemlidir. Küresel, bölgesel, konjonktürel, stratejik ve jeopolitik konulardan dolayı dara düşmemek gerekir.

Askerlikle ve güvenlikle ilgili öze dair düzeltmelerin yapılıp yapılmadığından emin olmak için bir kez daha düşünmemiz gerekiyor mu? Emin olmak kadar zor bir şey yoktur. Şimdi, bir onarım sürecindeyiz ve biliyoruz ki bu çok daha önemlidir. Çünkü asker bir yandan vatanı korumakla meşgulken, caydırıcılığını sağlamak zorundayken, vazifede müsamaha kabul edilmezken, ilgili yapısal askerlik konularının doğru bir rotaya getirilmesi gerekirken, politik işler askeri de güvenliği de olumsuz etkilememelidir.

Elbette Türkiye başka bir ülke gibi olmaz. Çünkü konu Türkiye’dir, başka bir ülke değildir. Ama unutulmamalıdır ki yapılan projeler, hedef alınan bir ülkenin dinamiklerine ve özelliklerine göre geliştirilirler, tehdit değerlendirmeleri buna göre yapılır, uygulama hedef ülkede var olan zaaflara dayandırılarak gerçekleştirilir. Bu da işin doğası gereğidir. Güvenlik ve askerlik meseleleri asla zaaf kabul etmez. Onun için sık sık senaryolar, simülasyonlar, tatbikatlar yapılır. Askerler politik-askeri konulara müdahildir, bunun aksi düşünülemez. Politikacı ise askeri konuları gerçekten savaşacak olana sormadan karar vermemelidir. Politikacıların ve idarecilerin kendi değerlerine, askerine, vs. güven duyması her şeyden daha önemlidir.

Her bir özne üstüne düşeni yapmalıdır, olması gereken düzeyde, özellikte ve bilinçle hareket etmelidir. Başka yolu var mı? Asker bir sonraki tehdidi de hesap edendir. Benzeri 15 Temmuzlar olmamalıdır. Cennet gibi bir ülkenin, köklü bir devletin güvenliği sıkıntıya sokulmuştur ama neyse ki bu asil millet bu badireyi atlatabilecek güçte olduğunu ispat etmiştir. Bir daha asla böylesi biçimde iç düşmanlara imkân tanınmamalıdır. Bu bizim milli davamızdır.

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!”

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

asker
ÖNCEKİ YAZI

Asker

propagandanin-taraflari
DİĞER YAZI

Propagandanın Tarafları

Güvenlik 'ın son yazıları

51 views

İsrail’in İran Saldırısı ve Polemolojik Analizi

19 Nisan gecesi İsrail, İran-İsfahan'daki bir askeri hedefi vurdu. Önce alınan bilgiler ve geliş yöntemleri doğru mu yanlış mı tartışıldı. Ancak, olağanüstü denebilecek türden yeni bir süreçle ilgilendiğimiz gayet açıktı. Ben sizlere bir askeri analiz yaparak, eldeki bilgileri de kullanmak suretiyle, bazı poüemolojik sonuçlar çıkarıp sunmak istiyorum.
85 views

İran Yine İsrail’e mi Çalıştı?

1 Nisan'da İsrail, İran'ın Şam elçiliğine saldırdı. 13 Nisan'da İran, İsrail'e günü-saati belli bir misilleme operasyonu yaptı, adı: Operation True Promise! 15 Nisan itibariyle durumu gözden geçirelim.
141 views

Birisi

Moskova’daki Crocus City Hall terör saldırısı konusunu analiz edelim. Ama önce bugünlere nasıl geldik, bir bakalım. Sonuçta aradığımız birisi var! Kim bu birisi? Hani öndekileri görüyoruz, yakalandılar da. Ama bu tür küresel etkisi olan ciddi konularda, Rusya gibi bir ülkeye terör saldırısı yapılarak, asıl ne amaç güdülüyor olabilir, bunu anlamaya çalışalım.
189 views

Küresel Silahlanma Tartışmaları

Her ülke silahlanıyor? Bu silahlanmanın caydırıcılık amacıyla yapılıyor olması bize neyi açıklar? Asıl konu egemenlik mi, küresel mücadele içinde daha fazla güçlü olabilmek mi? Bilinmedik şeylerden mi bahsediliyor? Bu soruları cevaplandıracağız. Ayrıca Macron ve Putin neler söyledi, değerlendireceğiz. Bu şekilde, asıl ilgilendiğimiz olgular ve temel düşünceler olacaktır.
214 views

Milli Güvenlik Siyaseti

Türkiye daima kazanan ve gelişen olmak zorundadır, başka türlü düşünülemez! Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (Kırmızı Kitap) gibi dokümanların kendi gücü için geri planda çok çalışılmalı, fikri altyapısı ve anlayışı özgün ve tutarlı olmalıdır. Ama önemlisi; bunun uygulanmasında herkesin, her kurumun, her şirketin, inanarak, gösterilen hedefleri elde etmek amacıyla, bütünlük halinde ve bu bağlamda tek yolda yürümesi gerekmektedir. Bu, "devlet disiplini" konu ve kapsamını aşan bir yaklaşımdır, ülkece disiplinli olmayı gerektirmektedir. Eğer ülkece disiplinliysek hak edilen gelişmenin yolunda oluruz! Siyasetin kendisi, entelektüel yaklaşımlar veya iş dünyası bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır. Bu çok hassas bir konudur.
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme