kavramsal-icgudu
Kavramsal İçgüdü

Kavramsal İçgüdü

2 Ekim 2013
Okuyucu

İnsan kavramlarla yaşayan bir canlılardır. Bilgi ve kendini ifade yeteneği ile birçok donanıma sahip olma gücü sayesinde insanın dışa vurumu kavramsal kökeniyle açıklanabilir. Ben buna “insanın kavramsal içgüdüsü” diyorum.

Bilgi insana verilmiş bir güçtür. Edinimlerini de verili olanların üzerine inşa eder. İnsan bilmek ve bilgiyi yönetmekle olan kabiliyetiyle kendini ispat etmektedir. İspat etmeyi, bir şeye karşı olmaya değil, aslında bir şeye bağlı olmaya dönük okumak gerekir.

Düşünceme göre iki tür kavram vardır. Birincisi benim “ilahi uyuma dayalı” dediğim, insanlık var olmadan önce de kâinatın sahip olduğu kültüre ilişkin kavramları kapsar. İkincisi ise “iradeli üstün insanın” atanması ile başlayan süreçte ortaya konan kavramlardır. İnsanlık yaşamı içinde bu şablona bağlı olarak kavramsal süreçlere dâhil olmaktadır. Ancak iradesinin verdiği etkiyle insan ya ilahi kavramları inkâr eder (veya onları kendininkilere çevirmeye çabalar) ya da kendi ürettiği kavramları daha öncelikli bir konuma yerleştirmeye çabalar.

Örneğin ilahi açıyla bakılırsa kâinat, “uyum” kavramını parçacıktan galaksilerin, galaksilerden evrenlerin devinimine varana dek her şeyin birbiriyle ahenk içinde olmasını insan olmadan da kullanmaktaydı. İradeli insan devreye girdiğinden itibaren kendi uyumluluk algısını ve alanlarını belirledi. Genel olarak evrensel mantığa ters düşmedi ise de; örneğin bir işyerindeki uyumu bazı kurumlar sadece verimlilik esasına göre, bazıları tasarrufa, kişisel çıkarlara veya ülkesinin menfaatlerine göre değişik bakış açılarıyla yorumlayarak uyguladı. Bazen uyum evrenin devinimine çomak sokmak pahasına insanın kısa vadeli çıkarlarına karşılık geldi. Ancak bunu sahiplenme ölçütlerinde farklılıklar görebildik.

Kur’an kendine ait tanıtımı yaparken içeriğinde bulunan vahyin insanlık için bir kavrayış aracı olduğunu vurgulamaktadır (Casiye: 20). Kavranacak şeylerin açıklamasının ilahi bir anlatımla bulunması, esasında diğer kitaplardakilerle ve hatta kâinatta gözlenenlerle aynı olmalıdır. Ortada ilahi kavramlar var ve üstün insan bunları bilip anlayacak ve aktaracak donanımdayken bazı eksiklikler görülmektedir. İşin içine insan yaşamdan öğrendiklerine dayanarak, kendi kavramlarını daha çok önemseyerek ve kendi fikirlerini katarak bir bilinç yaratmaktadır. İşte burada saf ve sahih İslam kavramının önemi ortaya çıkmaktadır. Sorun vahyin kendisinden değil,  eksik ve yeteri kadar anlamaksızın aktarmadan kaynaklanmaktadır.

Benzer şekilde kâinat, yaratılışına bağlı “diyalektik” metot üzerine okunmalıdır. Örneğin evrenimiz “karşıtlık, parad, ikilik, dualite, çift” benzeri ters kutuplu kavramları kendi devinimi gereği kullanır. Hareketin, gelişmenin veya üremenin olması için; maddenin karşısında karşı maddenin, negatifin karşısında pozitifin, dişinin karşısında erilin bulunması bir gerekliliktir.

İnsan olmadan da “uyum” kavramı var idi. İradeli insan atandıktan sonra kendine göre eşleştirmeler, kendi yarattıklarında konumlandırdığı değerler ile mevcut devinime kendi kavramları vasıtasıyla kurallarını zerk etti.

İradeli insanı da “doğal” olarak ele aldığımızda, onun kâinatın var olan sistemine olan etkisini de doğallıkla görmek bir bakış açısıdır. Diğer bakış açısı ise “iradeden” meydana gelen farkla ifade edilebilen ayrımdır. Az veya çok iradenin varlığını bir tarafa bırakırsak, insan beslenme zincirindeki diğer bir hayvanın veya canlının fonksiyonlarına benzer şekilde var olacak, buna göre üreyecek ve kalıtımsal yapısını muhafaza edecek; ama varlık hiyerarşisindeki şimdiki değerine ulaşamayacaktı. Tarih bize göstermektedir ki iradeli insan; olumlu veya olumsuz yaptıklarını, doğası içinde diğer canlılardan çok farklı ve hatta bazen çok ileri şekilde gerçekleştirmekte, meydana gelen sonuçlara etki edebilme kabiliyetindedir. Örneğin bir iki nükleer tepkime ile geniş bir coğrafyadaki doğayı uzun süreliğine kötürüm hale sokabilmektedir.

Bu itibarla iradeyi dikkate almadan yapılan değerlendirmeler dışarıda bırakılmaktadır. Zaten insanın varlık hiyerarşisinde üst sırada olmasının gereği de budur. Bir brachiosaurus, cüssesi ne kadar büyük olsa da, uzay araçları geliştirip diğer yıldızlarda koloni kurmayı hayal edememiş ve yok olup gitmiştir.

Diğer örneği de insanın kendi ürettiğine bağlı verelim. Ne de olsa insanın hayalleri ve beklentileri çok ileri. Çünkü o iradelidir. İnsan “marka” diye bir kavramı ortaya atabiliyor ve bununla ekonomik, sosyal ve hatta siyasal sistemlere hükmetmenin yollarını arayabiliyor. Marka kavramının ilahi uyuma bir yararı yok gibi duruyor. Ancak iradeli insan bununla markalar arası savaş, markaların çok üretilmesi ve tüketilmesi gibi amaçları ile belki de ilahi uyuma ters düşebiliyor. Diyelim üretiminden dolayı bazı kaynaklar istenmeyen hızda kirletiliyor veya eksiltiliyor. İşte bu noktada şu konu takılıyor: İnsan doğal yollarla ve doğaya zarar verebilecek ölçülerle yaşamı şekillendiriyor!

Batı kültürü sürekli ürettikleri ile öne geçmiş ve baskın bir kültür olmuştur: Kavramlar, teknoloji, düşünce yapıları, sistemler… Bu itibarla günümüzde küresel değerlerin en fazla değer üreticisi konumundadır. Geçen yüzyıllara bakarak Batı kültürünü, “insanın ürettiklerinde payı birazcık daha fazla olan” şekliyle değerlendirdiğimizde; irade koyanlar, sürüklediği süreçlerde yer alanlar ve elde edilen sonuçlar yönleriyle bir karşılaştırması yapılmalıdır. Peki, bu karşılaştırma neye göre yapılabilir?

Diğer yandan insan bilgiyi üretir, kullanılır hale sokar, iletimi için gerekli donanımları da imal eder ve işletir. Bütün bunlar insanın bilgi ile yücelmesinin, anlam bulmasının ve yaşamasının göstergeleridir.

Kendini ifade edebilen insan düşünme fonksiyonlarının yanı sıra dili ile bir özellik sahibidir. Dili bir hayli gelişkindir. Dilini iyi kullanabilmesinin yanı sıra söyleyeceklerini kavramlarla oluşturması iyi bir altyapıya sahip olduğunun kanıtıdır.

İnsanın kavramalarını oluşturan altyapısında nefis aktiftir. Batı buna genel bir bakışla insanda var olan ruhu kastederek “psikoloji” demektedir. Hâlbuki İslam’a göre Batı’nın psikoloji dediği nefse tekabül eder. Nefis insanın can ve kişiliğini işaret eden iç benidir. Ruhu ise Yaratan’dan verili olan ilahi uyumun insandaki özdür. Nefis, bireyin hücrelerindeki ve en küçük parçacıklarında var olan akla, enerjiye, kuvvete, anlama, koda ve bu şekilde izah edilebilecek her şeye dâhildir. Duyuları, zekâsı, hafızası, mantığı, vicdanı ve tüm alıcı, işleyici, tasnif edici, depolayıcı, güç verici, kontrol edici yönlerini kapsar. Nefsin şekillenmesi genetik aktarımdan, ana karnından, sütten, doğum esnasından, doğduktan sonra olanlardan, tüm büyüme evresinden, kendini bulana kadarki safahattan payını alır, kişiselleşir, bir tarifin karşılığına tekabül eder.

Dolayısıyla dil de bunun dışa vurumu olarak kendini gösteren bir tarafıdır. Esas olan dışa vurmak değil; neyi, nasıl, ne şekilde, kime, ne zaman, ne vasıtayla ifade etmektir. Dışa vurulacak şey bilgidir, düşüncedir, duygudur, tepkidir. İçinde kavranmış olan, kavranması istenen, kavranarak yapılandırılan bir birikim, niyet, hedef vardır. Eğer konu bireysel ise bireyin kişiliğine beklentilerine durumuna göre sonuç verir. Eğer bahse konu bir toplum ise tümel özelliklerin gelişmesine başlı bir sonuç olur. Örneğin bir eğlencede veya kutlamada yan yana gelerek müzik eşliğinde dans etmeye “halay” denir. Halayın zaman içinde ilk noktadan itibaren meydana gelmesi ile bulunulan zamanda cereyan etmesi hakkında birçok şey söylenebilir.

Diğer bir örnek “demokrasi” olsun. Bu da bir kavramdır. İşin tabiatıyla kavrama ilk çıkışından itibaren bakılabileceği gibi, son zaman diliminde ve özel olan bir toplumda ne şekilde kullanıldığına dair de değerlendirilebilir.

Kavramların nefes alıp vermek gibi doğal şekli üzerinde durulabileceği gibi, birey veya toplumun niyetine veya hedefine göre türetilmesi, kullanılması, kullandırılması yönleriyle de incelenebilir. Esasında insan var olmadan da kavramlar (dolayısıyla bilgi) var idi. İnsan ile bunlar insanlığın yaşamında anlamlandı, şekillendi. Bu bakışla kavramlara başlangıçta var olanlar, sonra meydana getirilenler olarak bakmak gerekir. Her durumda birey veya toplum kendine gerekli olanları kullanır, işler. Belirli bir zaman sonra kavramlar içgüdüselmişçesine ortaya çıkar.

Örneğin binlerce yıldır “kral” terimiyle insan bunun ne olduğu, ne kadar güçlü olduğunu anlar ve anlatır. Şimdiki ile başlangıçtaki uzunca süreçli güçlü konumunu değerlendirirsek, insanların yaşamlarındaki bu kavramın yerini de görebiliriz. Kral ile birlikte insanın içine işlemiş bir algı derhal ortaya çıkıverir. Ona tanrısal bağ ile bakan kültürlerde algı oluşumu da tanrısaldır. Ama neticede bu kral terimi insanın bir ifadesidir. O sadece bir yönetendir. Yönetene yüklenmiş olanlar, tanrının gölgesi ve hatta tanrının kendisi gibi değerlerle sonunda kral vazgeçilmez bir hal alır.

Bir yöneten zaten vardır, kral türetilmiştir; özgürlük zaten olandır, liberalizm türetilmiştir; insani olma bilinendir, hümanizm türetilmiştir. Bunun yanı sıra insanların kendi yaşamları içinde bakış açılarına göre türettiği kavramları daha belirginleşmesi amacıyla göz önünde tutabiliriz. Kültür kendi refleksleri ile olana başlı kendi dağarcığı ile seslenir ve algıya bununla hükmeder. Artık ne deniyorsa öyle anlaşılır veya onun gölgesinde bir tartışma imkânı bulur.

Bugün Batı kültürü içinde önemli bir anlam ifade eden kapitalizm kavramı irdelendiğinde, daha insan olmadan bunun karşılığı ne idi noktasında sorgulayarak işin tabiatı ortaya çıkar. Bilindiği gibi bu terim temelde bir sosyo-ekonomik sistemin ifadesidir. Bilinenlerle başlangıç noktası ancak evrensel uyumluluk yasaları içinde görülebilir. Örneğin, akıllı yaratıkların toplu yaşamaları içinde değer sistemleri neydi, sorusunu içeren bir yaklaşımla işe başlamak gerekmektedir. İşte bu noktada tahminler devreye girer. İster önemsensin, isterse önemsenmesin ortada tahminlere dayalı kabuller vardır. Kabuller dahi niyet veya hedefle ilgili ön yargıyı, genel kanıyı, beklentiyi, bilinci içerik olarak barındırır. Bu halde bile bir içgüdüsel hal devrededir.

Eğer kapitalizmi 1848 Avrupa Hareketleri sırasında irdelerseniz çok büyük bir teorik dağarcıkla karşılaşırsınız. Uygulamalarına bakar sonuçlarını tartışırsınız. Eğer 1989 sonrası kapitalizm algısına gelirseniz, bütün bunların üstüne başka kavramların ilavesi ile birlikte daha karmaşık, kapsamlı, güçlü bir çerçevenin içinde olursunuz. Beklentilerinizin yanı sıra, insani değerler, tarihsel süreçler ve tüm yaşamınız bilebildiğiniz ve düşünebildiğiniz kadarıyla gözünüzün önünden geçer. Bildikleriniz size söylenenlerle sınırlı ise başkalarının bilincine bağlanmış uydu konumundasınızdır.

Yaşam kesitlerinde temelde eksiksiz bilinen bir şey yoktur. Az veya çok bilgi kırıntıları sizin işinizi görür gibi bir hal ile aslında içinde yanılsamaları da barındırarak bir yeterlilik duygusu verir. Neye göre yeterli olunduğunun karmaşasını düşünmek bazen pratik görülmez ve anın kaçırılmamasına dönük avantajlara yönelim sağlanır. Her şartta yaşan devam etmektedir. Bunu, düşünsel ve yönetimsel, önemli görenler toplumla ilgisine dayalı açıklayabilir. Örneğin bir süper güç toplumu belirli bir yöne yönlendirmek istiyorsa kavramlarla yapılandırdığı sistemler içinde iş görür. Sonuç insanı bağlar. Algılayan ise istediği ölçüde algılar.

Bu yöntemi en iyi kullanan başlangıçta dinler idi. Daha sonra dinlere rağmen yönetim erkini kendinde görmeye çabalayan insanlar, kendi yönetimlerini ifade etmeye başladılar. Bu yöntemi en iyi ve etkili becerebilen kültür Batı kültürü olmuştur.

Aşağıdaki betimleme sadece bir örnektir ve bütün sistemin tarifi değildir. Kavramlarla ilgili süreçlerde hedefe göre bakanların ilişkilerini kolaylıkla anlattığından sunulmuştur. Başka türlü yaklaşımlar da öngörülebilir. İncelemeye odaklanabilmek için bilinen bazı kavramları (ki bunlar Batı kültürü tarafından belli ölçülerde kullanılmaktadır) dikkate getirelim: Yönetim, evrensel, din, ruh, nefis, ahlak, coğrafya, strateji, politika, proje, kültürel seçenek, sosyal, psikoloji, sistem, sistem karşıtı, iktidar, egemenlik… Şimdi de bu kavramları bir amaçla (ki bu amacın uygulaması mevcuttur) birleştirelim:

“Jeo-kültürel yapılanma adına bir sistem kurma stratejisini uygulamaya koyan güçler kültürel seçenekler içinden kendilerine yarayışlı olanlarla ilgilendiler ve bunlara uygun politikalar ürettiler. Stratejilerinde sosyo-psikolojik değer ölçütlerini irdelediler. Sistemleri, sıradan insanların gönüllerine hitap etmek ve onları etkilemekle ilgiliydi. Hedef toplumların sıradan insanları evrensel değerlerle ilgilendiklerini zannettikleri esnada, egemen güçlerin yöntemleri onları uygun proje uygulamalarıyla ele geçiriyordu. Başlangıçta dini kavramları sinsice saptırarak masum cümleler kurdular ama sonuçta ruhlarını görmezden gelmelerini sağladılar ve ahlaki bakışlarına hitap eden değerleri etki altında bıraktılar. İç dünyalarının, yani nefislerinin baskınlığını kullanarak toplumsal değişimin vazgeçilmez değişkenleri içinden hedefli olanlarına yöneltildiler. Koşullandırmaları politik bir sistemle çerçeve içine aldılar. Kültürel baskıları ince hesaplarla dengelediler. İktidar sahiplerinin sunacakları avantajları değerlendirmeyi basit bir çözüm aracı olarak gördüler. Böylelikle kültürel değişimi zaman içinde tamamlayabileceklerdi. Politikayı önemseyenlere ezilen tarafların söylemlerini ilişkilendirdiler. Bu somut yaşama dönük ve daha sonra hedefe genişlik kazandıracak olan bir koridorun takibini sunmaktaydı. Her türden düşünce bu sistem içinde ergitildi. Sistem karşıtları politikaların gerekçelerinde kullanıldı…”

Görüldüğü gibi belirli bir bakış içeren kavramlarla işe yarar metinler hazırlamak gayet kolaydır. Parti programları, ideolojiler, manifestolar, stratejiler, anayasalar, yasalar, daha birçok metin hafızalardaki bu tip kavramsal içgüdülerle “hedeflenerek” gerçekleştirilirler. İnsanın olduğu yerlerde bunun dışına çıkılamaz. Bu örgütlü yöntem üstün insan olduğu sürece mevcuttur.

İnsanlığın kendi kendini yenileyen sistemler inşa etme hayali, tarih içerisinde oluşturdukları değerlerin kendi büyüklüklerini de yaratır oldu. Değerler kendine gerekli kavramların tanımlanmasını ve anlaşılmasını istedi. Dolayısıyla kavramların da kendini yenilemesi ve güçlenmesi kaçınılmaz bir hale dönüştü. Aslında bu yeni bir din gibiydi. Gerçek dinin ve kendine has tanımların adının anılmadığı ancak yöntemleri ve talep ettikleri itibarlarına bakılırsa ondan daha vahşi kavramlarla desteklenen insan yapımı hayali bir din oluştu. Kavramların kutsal yasalarmışçasına ifade edilmesi bütünüyle insanlığı güdümüne bağlamıştı. Yarattıkları tanrılara en yakın olanlar ise bu sistemden en fazla istifade eden “ulaşılamazlar” haline dönüşmüştü. Örneğin ulaşılamazlık makamına terfi eden küresel sermaye sahipleri her defasında büyük zaferler elde edilmişçesine güdümünde olanları kutsayacak kavramlarla ortaya çıkmaktaydı. Kavramlara en fazla girdi yapan bilim insanları da, doğal olarak bu kutsanma duygusunun tattırılmasından nasip almaktaydı.

İnsanlık kurduğu dünyasında, kurduğu sistem içinde, kendinden türettiği değerler ve kavramlarla farklılaşan gerçekliğin algısında baskı altında yaşıyor bir hal almıştı. Hayallerinin yarattığı somutluklara bakıp gerçekmiş gibi davranmayı doğal bir inanç olarak görmekteydi. Sürekli sürüklendiği ve etrafına zarar verdiği evreninde asıl kurgu sahibinin kendisi olduğu bildiği halde umursamıyordu. Bu umursamazlık insanın kavramsal içgüdüsünün nefsi arzularına karşılık gelen yapısındandı. Asıl dinin tarifinde sayısız işaret edilen bu nefsin daha başlangıçtan itibaren Batı kültürü tarafından saptırılmış olması bütün sorunun tarifi niteliğini taşımaktaydı.

Kavramların ortaya çıkması kodlama ile ilgilidir. Kodlama öncesi düşünsel boyuttaki yoğun bir şekilde yer aldığı alan bilinç atmosferidir. Kâinata bilinç atmosferi kıyaslamaları ile bakmak açıklamaların anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Örneğin insan için kapasiteyi diğerleriyle mukayese edebilmek adına bir bakış açısı sunmak bile söz konusudur. Bu bakış açısı işin tamamını bilmeyi mümkün kılmaz ama bakış açısının doğruluğunu onaylar. Aslında bu da dinin kendi tarifinde açıklanabilecek bir yönteme dayandırılır.

Kültür 'ın son yazıları

382 views

Eleştiriler

Sizlere günümüzün iyi algılanması gerektiği bağlamında, özellikle bizi ilgilendiren yönleriyle, sosyal bilimler ve dış politikaya dair bazı eleştirilerimi aktaracağım. Dünya hızla değişiyor, güç dengeleri bildiğimiz biçimden oldukça farklılaştı, eğer bunlara ait kavramlara ve anlayışlara vakıf olamıyorsak, konuşuruz ama aslında başka bir şey anlatırız.
377 views

Devrim

Bize devrimin ne tarafı kaldı? Diyeceksiniz ki hangi devrimin? Açıklayacağım. En başta şöyle sloganik işaret edeyim: Devrimden değil, sapkınlardan ve geç kalmışlıktan kork!
578 views

Generalist

Ülkeler ve dünyamız için iyi bilinmesi gereken bir konuyu işleyeceğim, generalist olmak. Buna karşılık gelen bir sözcük aradım bulamadım, yine de ben genele yetkin diyeceğim. Genele yetkin kimseler kimler, örnekleri neler? Uluslararası İlişkiler, Ekonomi ve Askerlik sahalarında örnekler vereceğim, neden gerekli, bunu açıklayacağım.
532 views

ENTELEKTÜEL SORUNSALI

Temelde insanın doğası, zamanın getirdikleri ve sürekli gelişen küresel zorluklar var. Bunun üzerine her alanda tereddüt uyandıran değişik adımlar ve gerçek bir hedef. Sözü edilen şu, kalkınmak! Eğer artık kalkınmışlar sınıfında olmak istiyorsanız!.. Gerçekten istiyor musunuz? İşe bu emelin ne denli büyük bir mücadeleyi gerektirdiğinin farkında olmakla başlanmalı. İşte tam da bu noktada, düşünsel içerikli bir açıklamam olacak. 
2.1K views

Sıradan ve Mükemmel

Bu makalede sizlere insan zihni içerisindeki tarif veya algı ile gerçeğe ilişkin olanın farkını açıklayacağım. Ele alacağım temalar sıradancılık, mükemmelcilik ve gerçeklik ötesi hakkındadır. Başta soralım, karşılaştığınız şey gerçek mi, yoksa gerçek ötesi mi?
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme