Kırılma Cilt I

8 Ekim 2021
Okuyucu

8 Ekim 2021/

Kırılma-2

Türk-Amerikan İlişkilerine Stratejik Bakış

ABD’den F-16 talebi

Terörizm ve Hukuk

ABD’nin Çin Misyon Merkezi

ABD ne yapmak istiyor? Türkiye ne pozisyon aldı? Anlaşılan o ki akıllar karışmış halde, belli konularsa kilitlenmiş hadiseler var. Tam da bu noktada doğru bir teşhis yapılması gerekiyor, ki tedavi uygulanabilsin.

Şimdi size bir dizi soru soracağım: Küresel denklemler ve bölgemizdeki konular bir hayli karışık, bunları zamanından önce hakkınca değerlendirebiliyor muyuz? Küresel çapta yeni oluşumlar söz konusu, gerekçeleri, sonuçları doğru okunmalı, geç kalındığında çok ortaklığın dışında kalınacak, hal böyleyken Türkiye gerekli adımları atabiliyor mu? ABD’de ve Avrupa’da, “Türkiye, Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü’nden çıkarılsın,”diyen kesimler var mı, varsa neden? İsrail, “Ben NATO’da ve Avrupa Birliği’nde değilsem, Türkiye hiç olmamalı,” diyor olabilir mi? Avrupalı muhafazakârlar Türkiye’nin birliğe girmemesi noktasında başarılı oldu, şimdi sıra NATO’dan çıkarılması mı? Soğuk Savaş bittiğinde dünya değişti, nasıl olsa Türkiye’ye olan ihtiyaç ortadan kalktı mı deniyor, eğer böyleyse Türkiye bu gelişmeleri değerlendiremedi mi? Her şey bir yana, ABD ve Türkiye arasındaki asıl “kırılma” noktası neydi? Yetkililerce ifade edildiği ve Kongre’ye sunulan önergelere bakılırsa, ABD’nin Türkiye’yi karşısına alma konusu S-400’ler mi, yoksa durum daha başka mı? ABD Türkiye’ye istediği zaman neden Patriot vermedi ve “NATO size destek olur” demekle yetindi? Eğer ABD Türkiye’ye Patriot verseydi, Türkiye bunu kendi inisiyatifiyle nerelerde kullanırdı, örneğin Rus uçaklarını ve füzelerini vurur muydu veya İsrail’in bölgedeki genişleme planını mı engellerdi? Örneğin Suriye’de Türk Patriotlarına karşı Ruslar veya İsrailliler çok mu zayıf kalırlardı? ABD böylesi olasılıkları dikkate almış olabilir mi? ABD aslen kimi korudu, kendini mi başkasını mı? Örneğin ABD üstün performanslı silah vermeyerek İsrail’i mi korudu? 

Bu ve benzeri çok soru üretebiliriz. Bunların en çok tatmin eden bir cevabı olmalı. Şu da olur bu da denmesi bir şey ifade etmez. O halde kırılmaya neden olan nokta ve konu ne? Yaklaşık 20 yıldır yaşanan gelişmeler neden böyle seyrediyor? Cevap: ABD ve İsrail 2013 yılında anlaştı ve hedefi Türkiye olarak gördü. Bunu defaten yazdım ve açıkladım, sanırım tekrar etmem gerekecek. Bakın işin özü ne? Ayrıca ABD ve İsrail açısından Türkiye tanımı ne biliyor muyuz? 

1974 Kıbrıs Harekatı’nı ABD unutmadı. Türkiye gerek gördüğünde ABD’ye rağmen askerî harekât yapabiliyordu.

11 Eylül 2001’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne ait ikiz kulelere radikal terör örgütü tarafında küresel terör saldırısı, dünyada iki kutuplu denge döneminden tek kutuplu dengesizlik ve küresel radikal terör düşmanının hortlatılması dönemine geçiş yapıldı. 20 Eylül 2001’de George W. Bush’un İslami Teröre Karşı Savaş ilan etti. Bu tarihten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak idi! Olmadı, olamazdı da!

Bush dönemi ABD’nin Gayrinizami Harp uygulamaları dönemi idi. 2001’de Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) öne sürüldü. Bu proje 2004’te daha geniş biçimde uygulanmaya başlandı. Uzun Savaş başladı ve bunun kapsamlı tarifi 2007’de çıktı, hedef “radikal İslami terör” oldu.

Amerikalılar 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirmişti. Bu bir mesaj olmalıydı! Bu tepkinin sebebi neydi? 1 Mart 2003 tarihinde ABD olumlu sonuç beklediği halde Türkiye II. Körfez Savaşı’na girmeye “ret” demişti. ABD ile Türkiye’nin “güvenilir ortaklığı” burada sonlanmış oldu. Onlar böyle değerlendirdiler. Ama buna en çok İsrail, Fransa, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar sevinmiş olmalı. 2005’te Kandil’de PKK terör örgütü ABD’nin bilgisi dahilinde kongre (Kongre-Gel) yaptı. KCK’nın amacı belliydi, anayasal çerçevede gösterilen o kurulan partilerin hedefi belliydi… Demokratik, özgürlük o zamanlarda da söylendi… Türkiye’yi de hedef alan, İran, Irak ve Suriye planlarının geliştirildiği, hani o kendilerince Büyük Kürdistan dedikleri planlar, ABD hep oralardaydı!.. 2006’da Abdullah Gül “BOP Türkiye’nin dış politikasına uygun,” dedi ama şartlar çoktan değişmişti.

İsrail, 1999-2000 yıllarında sınırlarını geliştirme, bağımsız bir Filistin devleti “kurdurtmama” kararını kendince vermişti. Zira denizde doğalgaz vardı ve bu uğurda her şeyi yapacaktı. ABD hep Orta Doğu’da ama esasen 2001’den itibaren aynı zamanda Doğu Akdeniz’deydi. Avrupa (özellikle Fransa) 2000’de duruma vakıf oldu, 2004’te Güney Kıbrıs hamlesini yaparak Doğu Akdeniz’e önem verdi. Kendi döneminde Vekalet Savaşı modelini ileri süren Barack Obama 2009’da işbaşındaydı. 

Obama, Türkiye için “model ortak” dedi. Önceleri “stratejik ortak” gibi ifadeler de kullanılmış idi. Eğer Soğuk Savaş sonrası stratejik işbirliği bitti ise 2009’da Türkiye model olmuş idi, ama neyin modelliğiydi bu?

2009 yılı önemli, çünkü İsrail Doğu Akdeniz’de zengin hidrokarbon yataklarının olduğundan artık emindi. 2010’da ABD Jeoloji Araştırma Kurulu, Leviathan Havzası gaz rezervini açıkladı, böylelikle İsrail bilgilerini teyit etti. Politikalarını zenginleştirebilir ve hatta (Türkiye dahil) sertleştirebilirdi. Bunun bir başka açıklaması, artık bazı ülkelere daha net rest çekebilirdi. Plan ve projeleri büyüyebilirdi. İsrail özgüvenini 2009’da Doğu Akdeniz’de doğalgaz rezervlerinden emin olunca bütün politikalarını revize etti. Türkiye ile İsrail’in yolları 2009’da ayrıldı. 

17 Aralık 2010’da ise Güney Kıbrıs ve İsrail Dışişleri Bakanları Lefkoşe’de bir araya gelerek Münhasır Ekonomik Bölgeleri’nin (MEB) belirlenmesi konusunda daimî bir anlaşmaya vardılar. 2011’de Noble Energy şirketi Kıbrıs’ın güney kesimindeki Afrodit gaz sahasını keşfetti. Rumlar da artık İsrail gibi hiçbir söz dinlemeden, hukuk ve adalet gözetmeden, uluslararası anlaşmaları yok sayarak dış politika uygulamaya gireceklerdi.

2011’de Türkiye Doğu Akdeniz’de var olma girişiminde kararlılık gösterdi. 2011’de Arap Baharı başlamıştı. Aynı yıl Hüsnü Mübarek devrildi, 2013’te Çin İpek Yolu projesini ilan etti, 2014’te Rusya’nın Kırım işgali oldu. 2013’te Rusya, Esad yönetimiyle 25 yıllık anlaşma yaptı, 2014’te IŞİD’e karşı ABD önderliğinde Koalisyon kuruldu. 2013’te Mısır’da Muhammed Mursi darbeyle devrildi. Bu zamandan 2016 Temmuz’una kadar Türkiye iç meselelerle uğraştı. 

Türkiye 2016’da Doğu Akdeniz’de enerji politikalarında aktif olma kararı aldı, sonra 2019’da Libya ve Türkiye “Deniz Yetki Alanları Anlaşması” geldi.

Türkiye badireli süreçler yaşadı. Temelde ve öteden bu yana PKK terör örgütü ile meşgul edilmekteydi. Küresel değişimi tam olarak okuyamadı. Alınacak politik önlemler vardı, ama bunlar bir şekilde alınamadı. Sonuçta 2014 yılında “6-8 Ekim” kalkışmasını ve 2016’da “15 Temmuz” FETÖ darbe girişimini de gördü. Olayları 2008 yılından itibaren ele alarak aşağıdaki tabloyu oluşturdum, detaylıca inceleyebilirsiniz.

Türkiye’nin İsrail ile veya tam tersi, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerini bozma zamanı 2009’da “One Minute!” olayı oldu. O halde 2009, sonrasında 2011 yıllarını dikkatlice incelersek bugüne gelen sorunlu konuların temellerinin bu dönemde atıldığını anlayabiliriz. Bahsettiğim ABD-İsrail anlaşması olan 2013 sonrasına bakın, olaylar ne denli artış gösteriyor. Karşılıklı çözüm arayışları ve bunları baltalayan çeşitli politikalar… Hepsinin sonucunda Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçiliyor. (Bu tablodaki konuları kendi eklemelerinizle bu günlere kadar ilerletebilirsiniz.)

Türkiye bir fay hattı üzerinde mi? Samuel P. Huntigton halkı mı? Aşağıdaki harita bunu özetliyor gibi, bakalım:

ABD ile İsrail, 2013 yılında kendi Doğu Akdeniz (EastMed) planlarında anlaşmaya varmışlar. Buna ABD ve İsrail arasında yapılan Bölgesel Strateji Anlaşması dendi, ama kısaca EastMed idi (East Mediterranean, Doğu Akdeniz). 

Bu anlaşmanın çeşitli alanları vardı: Arap Baharı’nın işlemesi, İran’a yönelik uygulanacak planlar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da (MENA) “Dubai Modeli” yapıların kurulması, İsrail’e karşı yeni bir planla yaklaşılması (bu daha sonra İbrahim Anlaşmaları olarak karşımıza çıktı), enerji politikaları bakımından sürdürülecek planlar, Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden yürütülecek planlar, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Körfez bölgesinde gerçekleştirilecek planlar… 

Burada temel bölgesel engel Türkiye olarak görüldü. Hedef merkezinde Türkiye vardı: Müslüman ve Türk kimliği, İmparatorluk bakiyesiyle bölgede toplumlara dair potansiyel gücü, demokratik örnekliği, gibi. Bunun üzerine diğer gelişmeleri de beraberinde yürüterek, Türkiye’nin ötekileştirilmesi veya dışlanmasıanlamında hedefler belirlendi. Esasen İran sınırından Doğu Akdeniz’e uzanan bir garnizon devleti kurulması hakkındaki somut plan bu tarihte anlaşıldı. 2013 sonrası Türkiye, İsrail ve ABD başta olmak üzere bölge ülkeleriyle olan ilişkilere bakın, hepsini yeniden tekrar okuyun, taşlar yerli yerine oturacaktır.

ABD’nin İsrail ile birlikte attığı adımların amaçlarını kısaca özetleyelim: Doğu Akdeniz’i kontrol etmek; Kudüs, Golan, Gazze, Filistin meselelerinde yeni adımlar atmak, sorunu İsrail’in hedefleri doğrultusunda çözmek; başta Birleşik Arap Emirlikleri (Dubai) olmak üzere Körfez Ülkeleri’ni bölgedeki tüm amaçlar için kullanmak; Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi kurmak; Suriye’den sonra sorun sahasını Ürdün sınırına ve Lübnan’a genişletmek; Türkiye’nin bölgedeki imkanlarını daraltmak; İran’da rejimi değiştirmek, Basra’dan Doğu Akdeniz’e enerji yolunu kontrol etmek; İran’ın durumunu düzeltene kadar bu ülkeyi Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerinde tahrik edici olarak kullanmak; İsrail’den Avrupa’ya olan bütün bağlantıları kontrol etmek; GKRY ve Yunanistan’ı köprü olarak kullanmak; Kuzey Afrika’da kontrolü elde tutmak.

Evet, 2013 yılında ABD ve İsrail arasında bir dizi hedef belirledi, biri de Türkiye ekseniydi. EastMed’i İsrail’den İtalya’ya uzanan boru hattı projesi olarak görenler var. Bu da kullanılan bir terimdir. Ancak EastMed; ABD-İsrail arasında Türkiye’yi merkeze koyan siyasi projedir. EastMed, İsrail’in öncülüğüyle 2013 yılında İsrail’den uzanarak ve Balkan ülkelerini içine alarak başlatıldı. İsrail-Balkan ülkeleri arasında bütün köprüler kuruldu, birbirine siyasi, ekonomik, sosyal, ulaşım, vs. bağlamak hesaplandı. 

EastMed’e boru hattı projesi üzerinden bakanlar daha çok Avrupalılardır. Buna QUAD (Dörtlü) demektedirler. QUAD terimini yakın zamanda ABD’nin Hint-Pasifik’te yeni oluşumuyla da gördük, bu ayrı. Avrupa’nın Doğu Akdeniz’deki QUAD ülkeleri Yunanistan, Kıbrıs (elbette Güney Kıbrıs), Fransa ve İtalya’dır.

Diğer bir konu ABD tarafından, Avrupa’nın güneydoğusu bölgesinde (Karadeniz’de Rus sınırından, Kafkaslar ve Orta Doğu ekseninde Doğu Akdeniz sınırı kapsanmaktadır,) Rusya ve Çin ile Doğu Akdeniz’de “önleyici” bir oluşum içine gidilmesiydi. Bu ABD stratejisi Doğu Akdeniz’de İsrail’i ana-stratejik ortak kabul eder, Türkiye’yi değil. İsrail’in GKRY ve Yunanistan ile birlikteliğini sağlar. Bu strateji gereği ABD, İsrail’in yanı sıra Yunanistan ve GKRY sahasında askeri üsler kurar ve silahlanmayı buna göre yönlendirir.

Bunlara ilave Rusya’nın ve Çin’in pozisyon alma girişimlerini de hesaba katmak gerekir. Çin’in Yunanistan Pire Limanı projesi 2009’da devreye girdi. Pire Limanında, Çin’in COSCO devlet şirketi işletmesi var. NATO tarafından düzenli olarak kullanılan Pire limanının %51’ine Çinliler ortak. Çin, İsrail-Hayfa Liman işletmesini ise 2019’da (anlaşmanın 2021’de yenilenmesi bekleniyor) aldı. Rusya’nın Orta Doğu ve Kuzey Afrika yaklaşımları da 2011’den sonra yoğunlaşmış haldedir.

ABD tarafından 2017’de kabul edilen “Avrupa ve Avrasya’da Rus Etkisini Azaltma Kanunu” ile ekonomik ve politik alanda “düşman” ülkelere nasıl karşı konabileceği bu şekilde açıklanmıştır.

ABD 2018 yılında, GKRY’ye askeri ataşe görevlendirmiştir. Bunun bir anlamı da KKTC’yi görmezden gelmektir, AB gibi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni esas alır, Ada’da resmi muhataplığı GKRY üzerinden sürdürmektedir. Zaten 2004 yılından bu yana AB için de durum budur.

Nisan 2019, ABD’de Cumhuriyetçi Senatör Marco Rubio ve Demokrat Senatör Bob Menendez “Doğu Akdeniz Güvenlik ve Enerji İşbirliği Kanunu” tasarısını Kongre’ye sundu ve daha sonra bu uygulanır hale geldi. Tasarının hukuki (sadece) gerekçesi S-400’lerdir ama tasarıda sadece bu Rus silahı yoktur. Ya neler var? S-400’den etkileneceği ifade edilen F-35’leri de anlayabiliyoruz; Kıbrıs’a (Rumlara) ve Yunan ordusuna askeri yardım; ABD, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan arasındaki enerji işbirliğinin kurulması (2013 anlaşmasının ifşası); Doğu Akdeniz’de Ruslara karşı önlem alınması. Bu Türkiye’ye ait bir karar tasarısı ama asıl mevzu Doğu Akdeniz, enerji ve İsrail. Yayımlanan belgelerdeki özet paragrafı görüntüleyelim:

Bu tasarı ABD’nin Doğu Akdeniz’deki uzun dönem stratejisini yeniden şekillendirmeyi hedefledi. Bu kapsamda 1987 yılından beri yürürlükte olan Kıbrıs’a silah ambargosunun kaldırılması söz konusu oldu. Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı sonucunda ABD ile varılan mutabakat metninde (Ekim 2019) “Türkiye’ye uygulanması öngörülen yaptırımlardan vaz geçildiği” maddesi vardı, ama bu mutabakat bu yönüyle de uygulanmadı.

Doğu Akdeniz’de 2003-2012 yılları arasında İsrail, Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Lübnan kendi aralarında anlaşmalara vardırlar, hatta buna Avrupa’yı da dahil ettiler. Bir ilave yapalım, 2003-2019 tarihlerini esas alırsak, ABD, Fransa, İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Mısır gibi ülkeler kendi aralarında savunma işbirliği anlaşmaları konularını da tamamladılar. Bu savunma işbirliği konularının hepsinde bir şekilde Suudi Arabistan ve BAE yer aldı.

ABD ve İsrail tarafından dayatılmak istenen “Dubai Modeli” diye bir konu var. Bu iki ülke Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da birçok ülkeyi parçalayarak Dubai modeli alanlar kurmayı planlamışlardı. Filistin bunlardan bir tanesidir. ABD ve İsrail’e göre “İslamcı” ifadesi bölge siyaseti için önemlidir. ABD ve İsrail, istedikleri ülke ve güçler için ötekileştirmek ve dışlamak adına bu kavramı kullanmaktadır. “İslam” ile “radikal terörizm” George W. Bush zamanından itibaren birleştirilmiştir. Bölge siyasetinde “ılımlı/radikal İslam” kavramları özellikle kullanılmaktadır. Siyasal İslam veya İslamcılık, MENA’da birçok kapıyı açmak için anahtar görevi almaktadır, ama İsrail için en öncelikli mesele Filistin’in yok sayılması konusudur. Filistin yok sayılacak, Filistin için İsrail’e karşı mücadele eden örgütler siyasal İslam ile sindirilecek, sonra “normalleşme” süreci yaşanacak ve Dubai modeli yaygınlaştırılacaktır, plan budur. Sonuçta, XXI. Asırda bölgede kültürel kökü olan bir gerçeklik, ABD ve İsrail tarafından politik araç haline dönüştürülmüştür.

Dubai Modeli konusunu önemsiyorum. Zira Joe Biden’ın küresel bakımdan 2040 yıllarına göre temellerini attığı düzenin anlamı Yeni-Ortaçağcılık (Neomedyevalizm) olmaktadır. Neomedyevalizm, çıkarların birleştiği alanlarda kendini gösteren devlet merkezli olmayan ve çok kutuplu bir dünya düzeniyle ilgili bir kavramdır. Ne devletlerin yıkılmasını veya anarşinin başlangıcını önceden haber verir ne de böyle bir kaygısı vardır. Bunun yerine, yeni küresel sistem gereği sorunlu olan her meseleyi kendi haline bırakır, kalıcı bozukluğu ve istikrarsızlığı kabul eder. İşte böylesi kaotik ortamın kabulüyle yaşamın devam etmesi algısı içinde her güç unsuru kendine özgü güç unsurlarını kullanır. Bu Yeni-Ortaçağcı anlayışın istediği ülke tipi: Yapay oluşum (etnik, dini ve köklü kültür bağı ve iddiası yok; aşiret reisi olsa da kabul edilir), küçük (küresel mega-kent yapıları esas alınmış biçimde), kolay yönetilir (küresel-liberal düzen ve ABD enternasyonalizmi ile egemenliğini paylaşan), küresel sisteme bağlı (FED’e ve buna dayalı ekonomik sisteme, ABD savunma sanayi ve buna dayalı güvenlik şebekesine bağlı); sorunsuz (sorun mu çıkardı, idareyi değiştir, olsun bitsin).

Bizler daha sonradan, Donald Trump zamanında Damat Jared Kushner ile başlatıldığını düşündüğümüz İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords) süreci ve devamındaki normalleşme anlaşmalarını ilk Dubai Modeli ile anmamız gerekmektedir. Eğer böyle düşünülürse zaman, yer, hedefler ve yöntemler daha iyi değerlendirilir.

Bölgede doğru okunması gereken konular olarak dikkat çekmeliyim; aynı zamanda Avrupa Birliği ve İsrail, Levant bölgesine yayılma politikasını devreye koydu ve buna özgüveni olduğunu gördü. Türkiye ise bu konulara aynı paralelde jeopolitik yaklaşımla bakmadı. Bölgedeki bu jeopolitik yaklaşım başat güç ABD tarafından da hesaba katıldı ve sonuçta kendi projelerini revize ederek konuya dahil oldu. 

Aşağıdaki tablo ABD’nin Akdeniz’deki Gri Bölge Operasyonları’nı anlatan bir dokümandan esinlenerek hazırlanmıştır. ABD, Türkiye’yi “gri ülke” olarak işaretledi. Konuyu etraflıca incelemek isteyenler, CSIS’ın Büyük Akdeniz Üzerinde ABD Çıkarlarını Güvence Altına Almak[1] başlıklı raporuna bakabilirler.

Akdeniz’de ABD gözüyle ülkelerin tasnifine bakalım. İtalya, Yunanistan, İspanya, Fransa, İsrail, Arnavutluk, Slovenya ABD için “Çıpa Devlet” kategorisindedir. Bu ülkeler (sırayla), ABD’nin Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki istikrarsızlığı yönetmenin anahtarı konumunda gördüğü Fransa ve İsrail ile işbirliği çabalarını güven verici görmektedir. Çıpa devletler genelde Avrupa’dadır. Avrupa bölgesinde NATO ve Avrupa Birliği örgütleri aktiftir. Afrika ve Orta Doğu bölgelerinin istikrarına yakından ilgi duymaktadırlar. NATO, üyeleri için bir güvenlik şemsiyesi sağlar ve bir çatışmayı hafifletici olarak hareket edebilir. Benzer şekilde, AB kendi üyelerini 2008 mali krizi ve Covid-19 salgını gibi küresel olaylarda koruyabilir. Akdeniz’de kıyısı olan Avrupa devletleri ekonomik durgunluk ve sık sık hükümet değişiklikleri gibi olaylar yaşasa da bu istikrar sağlayıcı faktörlerle barışçıl çabalar için işbirliği yapılan ülkelerdir.

ABD’ye göre Akdeniz havzasında Hırvatistan, Fas, Tunus, Güney Kıbrıs, Malta ve Türkiye “Sağlam Ülkeler”kategorisindedir. Açıkça görüldüğü gibi, İsrail ve Yunanistan’a verdiği değeri ABD Türkiye’ye vermemektedir. Bunun nedenleri derinlemesine bilinmektedir ve açıklanabilirdir. Lobilerden tutunuz, PKK terörünü desteklemesine kadar pek çok konu burada sıralanabilir. ABD gözüyle ifade edelim, adı her ne kadar sağlam olsa da bunların içinde en istikrarsız ülke Türkiye olarak gösterilmektedir. ABD, Türkiye’yi ve bu değerlendirmesini şöyle tarif ediyor: Türkiye NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip ve binden fazla ABD ve diğer NATO müttefik kuvvetlerine ev sahipliği yapmaktadır. Aslında Türkiye, bu yönleriyle çıpa devlettir. Ancak gidişatı siyasi, ekonomik ve güvenlik yönleriyle istikrarsız olarak tarif edilmektedir. 

ABD’de Türkiye’nin dış politikası da ilginç biçimde değerlendiriliyor ve “bölgede giderek daha iddialı hale gelen dış politika” diyorlar. Nedir bu iddialı olmanın ABD’yi rahatsız eden tarafı? ABD kendisi için değil, Türkiye’nin komşu ülkelerinin rahatsızlığını işaret ediyor ve “neredeyse tüm komşularıyla gerginlik içinde” diyor. Bakın şu değerlendirmeye: “Doğu Akdeniz’deki bir güvenlik ihracatçısından diğer kıyı devletleri için bir güvenlik sorununa dönüşüm.” Hatta ABD, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eylemlerini, “Türkiye’nin kendi çıkarlarını ve bir NATO müttefiki olarak sorumluluklarını baltalıyor,” şeklinde görüyor.

Her şartta ve konuda İsrail’i destekleyen, İsrail’in güvenliğini kendi güvenliği gibi gören, bölge kaynaklarını ve ulaşım yollarını yöneten, Filistin’i yok sayma politikalarını sürdüren, Irak’ı böldüğü gibi Suriye’yi de bölmeye gayret eden, PKK/YPG’yi kendi projesi olarak SDG haline dönüştüren, terörü destekleyerek bölgede kendine uygun devletçikler kurma politikasını sürdüren, Kuzey Kıbrıs’ı görmezden gelen, Türkiye’nin beka faaliyetlerine katkı sağlamak yerine tam tersi bir politika izleyen ve bu tipte birçok yanlı politikalar izleyen ABD, Türkiye’yi iktidar partisi üzerinden baskılamak istemektedir. ABD, HDP’yi ve FETÖ’yü savunmaktadır. ABD’nin 2019 Terör Raporu’nda[2] da yazdığı gibi, HDP ve FETÖ konusu Türkiye’nin iç meselesi gösterilmektedir. Ama görünüyor ki Irak ve Suriye’de PKK ve ABD’de ise FETÖ himaye edilmektedir.

Hatta tam da bu noktada ülkelerin iç işlerine müdahale eden bir ABD varlığını işaret etmemiz gerekmektedir. Türkiye’de iktidarı hedef göstermesi, örneğin Joe Biden ve bazı senatörler açıkça dile getirdiler ve ötekileştirme politikalarını bir operasyon şeklinde yürüttüler. ABD’nin söylemlerine bağlı etkilenen iç politika aktörleri Türkiye’de kendilerine dönük haklılık emaresi bulmaktadırlar.

Sağlam görülen ada ülkelerden biri de Güney Kıbrıs’tır (ABD Kıbrıs Cumhuriyeti olarak görüyor). Kıbrıs ve Malta adalarının önemi ABD için giderek artmaktadır. ABD kısa süre önce Güney Kıbrıs için “ölümcül olmayan silah ihracatı kısıtlamalarından bir yıllığına feragat etti”. Bu, deniz güvenliğini ve kaçakçılıkla mücadele ile terörle mücadelede işbirliğini geliştirme faaliyeti olarak işaret ediliyor. ABD, Kuzey Kıbrıs’ta yolsuzlukların olduğunu ve bu durumu Ada’nın bütünleşmesi adına bir istikrarsızlık konusu olduğunu iddia ediyor. Ayrıca ABD, Türkiye’nin güvenlik konusunda gerilim yarattığından dolayı Ada’nın bütünleşmesine engel olduğunu düşünüyor.  

O halde soralım, Türkiye kendine ait olan politik yaklaşımları doğru okuyamadı mı? ABD ile ilişkilerde NATO üyesi ülke olmak yetmemekteydi, Türkiye bu bağı yeterli mi gördü? Türkiye jeopolitik açıdan alternatifsiz olduğunu mu değerlendiriyor? Bu manada İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan ile oluşturulan hat Türkiye’nin önemini boşa mı çıkarmış oluyor?

Bu gri bölge planı çerçevesinde ABD açısından Türkiye tarifi şöyledir: ABD açısından orta riskli, Rusya ile politik, ekonomik ve askeri işbirliği olan, ama NATO üyesi, sağlam ülkedir.

Şimdi 2013 yılından bu yana süren plan çerçevesinden yaklaşarak, ABD ve İsrail arasında yapılan “Bölgesel Strateji Anlaşması” konusunu da dikkate alarak, geniş bir tanımla Türkiye’nin ABD politikasında yerinin ne olduğunu ifade edelim: ABD’nin çıpa ülkesi değildir, ılımlı İslam ile irtibatlıdır, Dubai Modeli ile ötekileştirme ve dışlama politikaları izlenmelidir.

Türkiye’nin küçülmesi, bölünmesi, medeniyet iddiasından uzaklaşması, bölgesel ve küresel meselelere dair pasifize edilmesi en çok kimin işine yarar?

Buna karşılık, sorulara, cevaplarına ve metnin tamamında işaret edildiği üzere başlıklara bakalım, Türk-Amerikan ilişkilerinin tedricen sorunlu hale gelmesinde izlenebilecek alternatif politikalar olabilir miydi? 

Sanırım başta sorduğum soruların cevaplarını verdim. Karar sizin. Ben bütün çıplaklığıyla durumu anlatmak istedim, bunu yaptığımı düşünüyorum. Varsa eklemek istedikleriniz gönderin ilave edeyim.

Örneğin Türkiye 2001 yılında 2021’i hesap edip doğru politikalar izlemedi (veya etki edip izlettirilmedi) ise 2041’in hesabından kim sorumlu olacak?

Şimdi geldik yeni sorulara: 2041 yılında nasıl bir ülkede olmak istersiniz? Siz değilseniz bile çocuklarınızı düşünün cevaplayın. Örneğin ülkeniz bölünürse, bu sizin için de uygun mu? “Küresel-liberal sistem Marsa bile gidecek, öyleyse seçim hakkımız yok” mu diyorsunuz? “ABD ve Çin savaşsın, ben de sonuca göre pozisyon alırım” yaklaşımı size uyar mı? “Hele bugünümüzü halledelim, yarın beni ilgilendirmez” fikri nasıl? O halde hesabı sağlam yapalım. İsrail ve ABD anlaşmalarına itirazınız olacak mı? “Bu ülkelere gider rica ederim çözerler” mi diyorsunuz? “ABD olmazsa Rusya var, onlarla ilerlemek her işi çözer” düşüncesi size parlak geliyor mu? Bu herkesin savaşı, mücadelesi ve seçimi. Herkes kendi görüşü ve politikası gereğini yapacaktır. Oyun, düzen, sertlik yok ama! Dürüstçe ve vicdanımızla hareket edelim, olmaz mı?

Politika zamanın ruhunun okunması sanatıdır, vizyon sahibi olmaktır, strateji bilmektir, geleceği şekillendirecek akla sahip olmaktır. Liderlik etmek (Türkçesi açıklıyor: önderlik) geleceğe gitmektir. Strateji ortamı dizayn eder, nokta atışı yapmaz. Ülkeler ortam içinde kendine göre doğru politikalar geliştirip uygulayabilirler, ancak bu politikalar geniş zaman ve diğerleriyle etkileştiği çevre koşulları içinde anlamsızlaşır.

Başlangıçta bu genel hatırlatmaları ve değerlendirmeleri yaptım. Sizlerle bundan sonra günlük gelişmeleri ele alacağız. Ama şunu bilelim, başta koyduğumuz çerçeveyi günbegün ele alırken bu başlangıç tablosunun doğrulandığını göreceğiz. Bir şaşma olacaksa da bu bize tam bir kırılma anlatımı niteliğinde olacak.

ABD’den F-16 savaş uçağı istediğimiz hakkındaki mektup haberi ile uyandık. Bu habere göre 40 F-16 (Blok 70) satın alınacak ve mevcut 80 F-16 ise modernize edilecek. Cevap ve tepkiler gecikmedi. Senatör Bob Menendez Türkiye’ye silah satışının olmayacağını işaret etti. Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Senatör Menendez’in nedeni hazır, Türkiye S-400 projesinden vaz geçsin. Eğer Biden F-16 satışını kabul etse bile Kongre’nin onay vermeyeceği ifade ediliyor.

Çeşitli ABD çevreleri ve lobiler kampanya başlattı: “Türkiye Uçak Jetlerine Hayır!” kampanyayı başlatanlar Ermeni, Rum, Hristiyanları Koruma, Kürt Dostları, Dernekleri ve Ortadoğu Forumu. (İlgili görsel aşağıdadır.)

Türkiye’nin F-16 hamlesi üzerine büyük olasılıkla ABD zamana oynayıp Kongre ve devletin çeşitli komitelerinde işi gezdirecek, elinde bir ek koz olarak kullanacağı vakti kollayacak. Ancak bir çözüm bulmak zorunda kalacak. Zaman uzarsa Türkiye talebini başkalarına iletecek.

Başka bir konu daha var ve bu gerçekten bana Kırılma‘yı yazmam konusunda ilham verdi.

Terörizmin belli bir tanımının yapılmamış olması ve buna göre uluslararası hukukun belirginleştirilmemiş olması başta ABD’nin işine gelen bir durumdur. Başat güçler için terör bir aparattır ve kendi politikalarına göre bu aparattan yararlanmaktadır. Türkiye’de ve hemen sınırına dayanmış sorunlu ülkelerde terörle ilgili sorunlardan dolayı önemli politik zorluklar yaşanmaktadır. Hukuka ve uluslararası meşruluğa dahi politika girdiğinden ve bu durumu başat güçler kendi çıkarlarına kullanmak istediklerinden önemli sorunlar doğmaktadır. Üstelik Joe Biden Yönetimiyle beraber ABD küresel güç rekabetinde demokrasi adına akıllı güç uygulamasına girmiştir. 

Terörizmin hukuku ve hukuksuzluğu meşru her platformda ve kolaylıkla tartışılıyorken insanlık neyin hesabını yapmayı unutuyor şeklinde sorulabilir mi? Örneğin ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’nin stratejik kazanımını artırmak amaçlı yaptığı planlı-örtülü operasyonlarda, insani olmayan ve hukuk yolu tartışmalı yöntemlerle terörü kullanarak masum insanların yaşamlarını istismar etmenin hukukuna Birleşmiş Milletler bir açıklama getiriyor mu? Bu başat güçler BM’nin daimî üyeleridir, veto yetkileri vardır. Uluslararası hukuk bahsi böylesi aşırı politik ve rahat veto edilebilir platformlarda nasıl meşruiyet kazanır? Ama biz BM dahil her zeminde terörü tartışıyoruz. Bu tamamen “cambaza bak” yöntemi değil mi? Önce meşruiyeti tarif edenlerin hukukunu tartışmak gerekmiyor mu?

Yakın zamanda gündeme geldi, ABD, “Türkiye’de aşırı milliyetçi” diye nitelediği Ülkücüleri “terörist” ilan etmek için kanun teklifi hazırlıyor. Bu teklif belki 2022’de Kongre’de tartışılacak. Şimdiden teklif Yunan kökenli Dina Titüs’ün adıyla anılıyor. Titus Amendment Amerika’daki çeşitli Yunanlı ve Rum örgütlenmeleri ve lobileri (AHI, AHEPA, PSEKA, gibi) vasıtasıyla destekleniyor.

MHP Genel Başkanı, AK Parti Sözcüsü ve diğer bazı kesimler bu duruma karşı cevap verdiler. Burada bir parti, hatta Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan siyasi kesim hakkında ABD Kongresi kendine göre bir tanım yapmak istiyor olması düşündürücüdür. Bunu bir politika gereği yapıyor, açık!

Joe Biden’ın öteden beri “Türkiye’de iktidarı değiştirmek” amacıyla uyguladığı yöntemi bilmekteyiz: Muhalefeti desteklemek! Şimdi buna kendince bir hukuki saldırı yapmayı da eklemiş oluyor. Çünkü Cumhur İttifakı esasen AK Parti ile MHP’den oluşuyor. Titüs Yasa Teklifi ve taraftarları AK Parti’ye “İslamcı örgütlerle irtibatlı” ve MHP’ye de “aşırı milliyetçi” diyor! ABD’den Türkiye’deki anayasal siyasi partilere aynı anda bir politik ve hukuki saldırı var.

ABD Yönetimi açıkça “Türkiye’de iktidarı değiştirmek” istediğini ifade ediyor. Ancak “demokrasi” adı altında nereleri destekliyor? Muhalif partiler ve örgütler ile bu alanda faaliyeti olan medyayı. Partiler neyse, buna değinmeyeceğim, ama açık ki ABD Türkiye’de demokrasi diye hem HDP’yi hem de FETÖ’yü destekliyor. Aynı anda FETÖ, Türkiye Cumhuriyeti yasaları hilafına girişimde bulunmuş ve “terör örgütü” olarak ilan edilmiştir. PKK terör örgütünün uzantısı şeklinde hareket eden, siyasilerinin ve yöneticilerinin bu yönde faaliyeti tespit edildiği iddiasıyla mahkemesi devam eden, bundan dolayı Anayasa gereği kapatma davası üzerine incelenen bir HDP konusu var. 

ABD, Suriye kuzey-doğusunda, terör örgütü olarak tanıdığı PKK/YPG’yi, “Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütü ile mücadeleye destek veren yerel örgüt” şeklinde tanımladı, adını Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak değiştirdi, meşrulaştırdı, bugün ilgili diplomatik ve hukuki dokümanlarda SDG biliniyor, Washington’da yetkilileri ağırlanıyor, anlaşma metinlerine konu ediliyor. Diğer yaklaşımlarla başkaca, adında parti ve kongre topluluğu olan gruplar var ve bunların birbiri arasındaki desteği ABD maharetiyle birleştiriliyor. 

ABD politikasına göre IŞİD, El Kaide gibi “küresel İslami terör örgütü” oluyor, ama bu iki örgüt birbirlerine ve diğer “radikal terör örgütleri” ile çatışıyorlar. Üstelik Taliban olayından sonra IŞİD-Horasan ortay çıktı ve Afganistan ve çevresinde etkili oluverdi.

IŞİD örneğin Rakka’yı terk ederken bir pazarlık yapıldı. Görünürde pazarlığı onunla mücadele eden “yerel unsurlar” yani SDG (aslı PKK/YPG, başında terörist Ferhad Abdi Şahin bulunuyor) yaptı. Sonra otobüslere bindirilen IŞİD’li “küresel teröristler” değişik coğrafyalara, Orta Doğu’da değişik çatışma bölgelerine, Afrika’ya, Hint-Pasifik’e, Orta Asya’ya gönderildiler. IŞİD önce 2019’da Sri Lanka’da eylem gerçekleştirdi. Afganistan Taliban’a verilirken, 2021’de, ortaya IŞİD-Horasan grubu çıktı.

Olumlu veya olumsuz yönde olsa da bir örgüt ABD politikalarına yarayışlıysa buna göre isimlendiriliyor ve kullanılıyor.

Dolaylı da olsa Taliban’ı “terörist” olarak gördüğü halde, ABD gitti Afganistan’ı onlara bıraktı. Bugün Taliban’ın en büyük düşmanı IŞİD-Horasan.

ABD (yine dolaylı olarak) Türkiye’ye karşı politika üretirken IŞİD ile mücadele adı altında sürdürdüğü Suriye (Levant) politikasını pekiştirmektedir. Bunun kapsamında Suriye’yi bölmek, İran sınırından Doğu Akdeniz’e uzanan bir Garnizon Devletçiği kurmak, garnizon devletinin çekirdeğinde PKK/YPG teröristlerini kullanmak, kendine meşruiyet için IŞİD’i ileri sürmek, bölgede İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’a destek vermek, bunlara karşı tehdit olabilecek gördüğü Türkiye’yi ötekileştirmek, gibi operasyonları yönetmektedir.

Bugüne kadar ABD bu bölgedeki terörizm ve meşruiyet denklemindeki çıkarımını IŞİD üzerinden sürdürdü. Ekim 2021 başında ortaya atıldığı üzere ABD bu denklemi çok yapay bir anlatımla ileri sürmeye başladı. Joe Biden Ulusal Acil Durum Mektubu’nda şöyle dedi: “Türkiye’nin Suriye’de askeri operasyonlarının […] ABD’nin ulusal güvenliği ve dış politikasına karşı alışılmadık ve olağanüstü bir tehdit oluşturmayı sürdürüyor. […] Suriye’deki durum ve özellikle Suriye’ye askeri bir harekât düzenlemeye dönük eylemleri, IŞİD’i alt etme mücadelesinin altını oyuyor.“ (WH.GOV BRIFING ROOM OCTOBER 07, 2021)

Yukarıdaki ifadenin benim anladığım türden meali şöyledir: “ABD, Suriye’de kalmaya devam edecek. Bu karara PKK/YPG temsilcilerinin Beyaz Saray’ı son ziyaretiyle verildi. Bundan böyle Suriye’de IŞİD konusu tam olarak kullanabileceğimiz bir argüman olmaktan çıkıyor. Ortağımız PKK/YPG, Türkiye’nin terörle mücadele operasyonlarından korunmalıdır. Son tahlilde IŞİD’i hedef göstermekten çok PKK/YPG’nin korunması daha çok öne çıkmış bulunmaktadır. Öyle bir cümle kurmalıyım ki uluslararası meşruiyetin özünde IŞİD bulunsun, ama ABD’nin ulusal çıkarları için PKK/YPG koruma altında kalsın…”

Bu mektup bize Donald Trump’ın Türkiye’ye mektubunu hatırlatıyor. Bu mektup, “Benim için ulusal güvenlik tehdidisin!” Türkiye’nin Suriye’de Amerika’nın çıkarlarını geliştirmesine engel olması tam olarak böyle ifade edilmişti.

Terörizmle Mücadele, Vekalet Savaşı, Asimetrik Savaş, Neomedyeval Savaş, Hibrit Savaş, Sıfır Kayıplı Savaş gibi pek çok günümüz koşullarına karşılık gelen savaş ve çatışma biçimleri türetildi ve sahada kıyasıya uygulanmaktadır. Siber unsurlar, silah sistemleri, propaganda yöntemleri de buna göre düzenlendi. Ancak daha önemlisi, konseptler ve stratejiler de buna uygun belirlendi. 

Böyle bir durumda ABD bir yandan küresel mikyasta demokrasiyi yerleştirmeye çabalamakta, diğer yandan kendine özgü siyasi şekli bulunan toplumları veya ülkeleri (Çin, Rusya, vs.) hedef alırken, Suriye gibi gri bölge operasyonlarında çeşitli taşeronları ve terör örgütlerini kullanmaktadır.

Geçtiğimiz günlerde Ürdün Kralı 2. Abdullah’ın Suriye lideri Başer Esad ile telefon görüşmesi oldu. Bu husus çeşitli çevrelerce ABD’nin isteği ile gerçekleşti. ABD’nin Ürdün, Mısır ve BAE ile Esad’ı kıskaca almak istiyor olabileceği değerlendirmeleri yapıldı. Demek ki Esad koltuğunda bir süre daha kalacak.

Uluslararası hukukun tamamlanması mümkün olmayacak. Üstelik günümüzde küreselleşmenin kaotik düzeni hüküm sürer oldu ki bu hukuku daha da işin içinden çıkılmaz kılacak görünüyor. Sonuçta ülkeler kendi hukuklarını işletmekten sorumlular.

Diğer ülkelerin olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin iç hukuku terörü tanımlamaktadır. Mesele kararlılıkla uygulamaktadır. Burada küresel dengeler ve politik güçlükler devreye girmektedir. Hukuken açık, suç işleyen cezasını görmelidir. 

ABD yönetimi alenen Türkiye aleyhine politikalar geliştirmektedir. Üstelik bölgede İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ı silahlandırmakta ve tam politik destek vermektedir. Türkiye’nin ise silah desteğini kesmekte, CAATSA uygulamalarına muhatap kılmakta ve diplomatik soğukluk yolunu seçmektedir. Simetrik parametre olarak Türkiye özellikle Yunanistan ile sorunlu hale getirilmek istenmektedir. Aynı zamanda Suriye’de PKK/YPG tabanlı bir oluşuma tam destek vermektedir. Türkiye’yi asimetrik parametrelerle ve politik yollarla etki altında tutmaktadır.

CIA Direktörü William Burns, “CIA’nın organizasyon yapısında değişiklikler yaptık ve bu değişiklikler kapsamında sadece Çin’in faaliyetlerine odaklanacak Çin Misyon Merkezini kurduk,” dedi. Çin’e giden her yol da izleniyor, unutmayalım, tıpkı Rusya gibi.

NOT: Fikri mülkiyet hakları gereği bu bilgileri referans vererek kullanabilirsiniz.

Gürsel Tokmakoğlu


[1] CSIS, Rachel Ellehuus ve Donatienne Ruy, 16 Aralık 2020, https://www.csis.org/features/securing-us-interests-across-greater-mediterranean

[2] US, Country Reports on Terrorism 2019

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

ÖNCEKİ YAZI

Terörizm ve Uluslararası Hukuk

DİĞER YAZI

Yunanistan’ın Anlaşmazlık Stratejisi

Politika 'ın son yazıları

13 views

Rusya’nın Kharkiv Harekatı

Son günlerde Ukrayna-Rusya savaşında önemli bir gelişme var. Rusya için Kharkiv harekatı çok önemli bir koz olacak. Bu kez Rusya tarafı daha derli toplu harekat yapıyor, politikada daha akıllıca ifadeler seçiliyor. Zelensky ise endişeli görünüyor.
66 views

Politik Vizyona Göre Konumlanma Stratejisi

Ülkeler için sihirli kelimeler refah ve güvenlik, öyle değil mi? Peki 2030’lardan sonrasına bakın, dünyadaki gelişmeler ve Türkiye özelinde cevap arayın, vizyonumuz ve stratejimiz ne, refah ve güvenlik için neler düşünülmeli? Bu stratejik-vizyona esas olacak şekilde, politik anlayışımız, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik etkileşimlerimiz ne durumda, neredeyiz, ne tarafa doğru gidiyoruz, riskler neler?
61 views

İsrail Gazze’de Ne Yapmak İstiyor? 

Hamas-İsrail çatışmasında 7 Ekim’den bu yana 212 gün geçti, Gazze konusunda ne noktadayız? Şurası net, 12 bini çocuk 35 bin Gazzeli öldürüldü, 1,5 milyon insan şu anda çok zor şartlarda yaşıyor, en son noktada Refah’a saldırı oldu olacak türü bir İsrail baskısı da sürüyor.
86 views

İkinci One Minute

Eğer dünya büyük bir krize doğru giriyorsa, Türkiye yaşadıklarının yaralarını büyük ölçüde sardı, geleceğe hazır gibi, ekonomik sorunlarla ilgilenmeyi bir yana koyuyorum, ama İsrail yeni ve kaotik dünya dönemine daha büyük bir sorunlarla gireceğe benziyor. Gazze konusu travmatik! Bu stratejik analizi, Türkiye merkezinde gerçekleşen olaylarla açıkladıktan sonra, 2024 itibariyle gelecekte bizi neler bekliyor, diye sorarak ele alıyorum.
74 views

Amerika’da Gazze Protestoları

Gazze'deki yaşanan zalimce olayların gerçekliği ve Batılı politikacıların ikiyüzlü uygulamaları bugün Amerika'da tartışılıyor ve protesto ediliyor. Yarın bu protestolar Avrupa'da da yaygınlaşabilir. Öyleyse diyebiliriz: Gazze sınırlarını aştı!
DÖNBAŞA

Okumadan Geçme